5 Eylül 2013 Perşembe

Haklı Haksız


İstemediğin bir durum içindesin, verilebilecek bazı keskin tepkiler var, seni bu istemediğin durumdan kurtarmaya yarayacak tepkiler. Bir de sabretme seçeneği var ki bu seçenek bizim kültürümüze işlenmiş durumda. Ne yapacağına nasıl karar vereceksin?

Yaşarken kim bilir kaç defa bu kararı alıyoruz, hem de anlık olarak? Bazı insanlar sabretme eğiliminde bazı insanlar da müdahale etme, tepki verme eğiliminde oluyor. Bu tepkilerimiz, içinde bulunduğumuz durumun bizi ne kadar rahatsız ettiğine göre de değişiyor. Ne kadar rahatsız olduğumuzu da biz belirliyoruz, oluşturduğumuz değerler, bize dayatılan değerler vs ile kıyaslayarak belirliyoruz tepkimizi.

Peki doğru yapıp yapmadığımızı nasıl bilebiliriz? Nasıl ikna edeceğiz kendimizi?

Eğer sabretmeyi seçersek işimiz kolay, kendimizi Allah’a emanet etmiş oluyoruz, yani ilahi adalete. Kendimize “elbet bir gün devran döner” deriz, sabretmemiz kolaylaşıyor böylece. Peki ya tepki vermeyi seçersek? O zaman da kendimizi haklı olduğumuza ikna etmemiz gerekiyor herhalde, “doğru bir tepki verdim” diyebilmeliyiz ki kendimizi haklı çıkartalım.

Biz haklı sebeplere sahip olmazsak, akıl sağlığımızı koruyamayız. Suçlanırken de, suçlarken de, dedikodu yaparken de, olayları abartırken de, saldırırken de, savunurken de... Kendimizi korumak için inanmamız gereken sebeplerin hepsini beynimiz bizim için oluşturur. Hatta tiyatro-sinema’da insan bile bile aslında olmadığı inanmadığı görüşlere tutunur, inanabildiği kadar inanır ki, işini iyi yapabilsin.

Sonunda, kendisini ikna etmek üzerine fark etmeden uzmanlaşmış insanlar topluluğu olarak, birbirimizden uzaklaşır veya birbirimize fazlaca tutunuruz.

Sanırım aldığımız kararın, haklı veya haksız oluşumuzun çok da bir anlamı olmaz sonunda, tepki versek de sabır taşı olup çatlasak da, karşımızdaki insan da bizimle birlikte aynı süreci yaşar ve o da bir şekilde kendisini ikna eder. Hepimizin temel arzusudur doğru olmak, haklı çıkmak; ama insanların doğruları çatışır, aslında kimin doğru olduğu bulanıklaşır ve sonuçta herkes kendisini haklı olduğuna inandırır.

Her ne kadar “keşke haksız çıksam ama maalesef sonuç ... olacak!” desek de, düşünce yapımıza terstir bu ifade. Neticede bir düşünce sürecinin içine gireriz ve bir karar veririz. Bu kararı da yapabildiğimiz en mantıklı önermenin doğru çıkacağını farz ederek açıklarız insanlara. Blog yazmak da bu mantıktadır, haklı çıkma, onay alma, kabul edilme arzusundandır.

Sosyal onay ihtiyacı dedikleri şey, belki de beynimizin verdiği çıktının kalite kontrolüdür; beyin sarf ettiği enerjiyi doğru kullanmış olmayı arzular, sosyal onay da son ürünün kalite kontorlünü yapan dinamik gibidir. Onun sayesinde, yaptıklarınızın doğru olup olmadığını öğrenebilirsiniz, ki bu doğru toplumun doğrusudur.

Ancak, toplumun doğrusu sizin için doğru mudur diye sorarsanız, o zaman işin rengi değişir, sosyal onaydan sıyrılmanız gerekir. Sosyal onay ihtiyacından kurtulmak için de, sizi onaylayan toplumun aslında sizden daha iyi bir düşünce sistemi olmadığına inanmak yeterli olur bence. “Onlar kim ki beni onaylasın” diyebilirsiniz, böylece kafanıza göre takılır, kendi doğrularınızla yaşarsınız. Ne var ki, sonunda da yalnızlıktan acı çekerek gidersiniz herhalde; çünkü insanlar kendilerinden onay alınmasına bayılırlar ve başına buyruk insanlardan ister istemez uzaklaşırlar. Bu durumda arkadaşınız size şunu söyleyebilir mesela “Sana yarım saattir konuşuyorum birşeyler anlatıyorum, sen yine de bildiğini okuyorsun. O zaman gelip benden fikir alma!” veya “sen dilediğin gibi yaşa, hiç bana sorma, oh be hayat sana güzel!”. Bu ifadeler yalnızlığın kapı çalma sesidir, "evde yokum" derseniz, evde olduğunuz anlaşılır.

Nereye vardığıma ben de şaşırdım, ama mantıklı geldi. Haklıyım değil mi? Evet evet ben haklıyım.  :)

Evla.

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa