13 Nisan 2018 Cuma

Kapısız Oda

Dört tarafı duvar olan bir odada yaşardı kız. Ne penceresi ne kapısı vardı, ancak asla kendisini mahkum gibi hissetmeden yaşardı. Kendini güvende hissederdi, zengindi odası, keyfince yaşayabileceğine, ömrünü burada geçirebileceğine inanırdı.

Kapısı penceresi olmayan bir evde, insan neyden korkar ki? 

Ama hiç beklemediği bir zamanda kapısı çalmıştı odasının. Olmayan kapısı. Bazen insan kasten görmek istemez açıklarını, bu da onun açığıydı ve o, bu kapıyı görmezden gelmişti. Şimdi çalınca oyuncaklarını yere bıraktı ve kapıya çevirdi yüzünü.

Ardında ne var? Düşünüyordu. Bir yandan da gelen sesleri dinliyordu. Üç farklı dili vardı sesin, kulağına geliyordu. Kapıyı açsa, sesin sahibi hemen ardındaydı, ama o kimdi aslında ? Kendisi bile kendisine yabancıydı bazen, o nasıl yabancı gelmesin? Yine de korkuyordu, hem de delice.

Ne garip bir hayattır duvarların içindeki, ve duvarın dışındaki kim bilir ne kadar karmaşıktır.
Ne kadar büyürsen büyü, çocuk kalmaya çalışmanın bedeli budur işte; şaşkınlık.

Evla.

Etiketler: , , , , ,

23 Mart 2018 Cuma

Renklerin İçinde

"Renklerin içinde, düşlerin içinde doğmak sessizce; Renklerin içinde, cennetin içinde, ölmek sessizceKargo

Hayatın ne kadar derin bir çeşitlilik olduğunu anlamak, bir insan aklı için çok korkutucu
O yüzden indirgemeye ihtiyaç duyuyoruz
Kategorilere ayırıyoruz
Bu kadar farklılıkla baş edebilecek kadar iyi bir algımız yok demek ki.

İnsan kendini telkin ederek, bütün bu farklılıkların bir zenginlik olduğunu söyleyerek,
Bu zenginlikleri anlamanın da insanın ufkunu açacağını düşünerek
Belki bir adım daha öteye geçiyor.

Herkes farklı anlatıyor kendisini, farklı seviniyor, farklı yas tutuyor aslında
İnsan kendisine yaklaştıkça, daha da farklı oluyor
Kendi gerçeğini yaratıyor, kendi dünyasını kendi renklerine boyuyor

Bu çeşitliliğin içinde insan erir mi?
Bütün ihtimalleri kabul edebilirse insan kendisini kaybeder mi?
Veya anlarsa bu farklılıkları, olan bitene kızabilir mi artık?

Nasıl bir duygudur renklerin içinde doğmak, erimek ve ölmek?
Elini, korktuğun halde, zifiri karanlığa uzatmak gibi midir?


Evla.

Etiketler: , , , , ,

25 Şubat 2018 Pazar

Aslında Hiç

Büyüdüm, hayatı anlar oldum
Kendimi tanır, geleceğini tahmin eder oldum
Derken
Aslında hiçlik, aslında yokluk!
Özünde plansız, tahmin etmesi imkansız bir hayata düşünce,
İki yanına külçe gibi düşen kolların
Aklın, fikrin ve tüm bildiğini zannettiklerin
Seni bir güzel yakalar, bir temiz dayak yersin ki
Hangi romanın hangi sayfasında kaldığını unutursun
Yitip gidersin kendi kırılgan ve zahiri gerçekliğinde,
Düşlerin kabus oluverir, gündüzün gece.
Aslında hiç görmemeliydim dediğin sisler çıkar
O dağların tepesine çöker,
Penceren başka yeri görmez,
Mecbur kalır düşer aklın bir yamaçtan.

evla.

Etiketler:

24 Aralık 2017 Pazar

Geçer Geçmez

Hayat bazen çok kolay bazen de çok yıkıcıdır. Bunu biliyorum, veya bildiğimi zannediyorum çünkü ısrarla kendi kendime tekrar ediyorum; "her şey geçer". Gerçekten bilsem, geçeceğine inansam, kendi kendime bunu söyler durur muydum?

Sevginin içinde nasıl bir öfke gizlidir öyle? Bir anda geçer sevdiğiniz insanın gözlerinden, nefret doludur, korkutur sizi. Ama anlık olduğu sürece sorun çıkarmaz, çünkü unutmayı bilirim, unuturum kasten. Nefreti hatırlamak ne kadar güzel olabilir ki? Ama aynı unutma içgüdüm, pek çok gerçeğin de üstünü örter, en azından bir süre için.

Nefret öyle bir şeydir ki, ağzınızdan çıkan sözleri duymaz, sizi görmez. Bir umutla yazarsınız, ama okumaz, umursamaz. O tarz bir nefret bir defa girer insanın gözüne, bir daha çıkmaz. 
Oysa sevgi, nefretin tam tersine çok zor girer ve kolayca terk eder.  Ne kadar zor sever, ne kadar kolay nefret ederiz, şaşırtıcı değil mi?

Bense bir çocuk, sokaklardaki bencil gözleri görmemiş, sadece sevgiyi bilen bir çocuk olduğumu hayal ederim. Her şey geçer nasılsa, hayat sadece bu an değil derim. Gözlerime nefreti sokmamak için boğuşup dururum, nefretle bakan gözler beni ağlatır, kırar. Gözlerimi kaçırırım, korkarım bana da bulaşır diye. Gözlerimi yumarım, suya bırakırım kendimi. Bir anda boğulmak gibidir o his, yok olursunuz, silinirsiniz yeryüzünden. Hayata dönseniz bile, asla tam olarak içine giremezsiniz kan dolu o gözlerin. Kafesin içinde olup, kafesin dışında hayal etmek gibidir kendinizi. Hem orada, hem de orada değil gibi. Görenler çok saf olduğumu söylerler, bilmezler ki saf kalmak için savaşır dururum. Bazıları da hatalarımı bulur parlatırlar, kusurlarımı yüzüme vururlar, onlar kendi kusurlarını asla görmezler, bilmezler, nefret gözlerinde yer edinmiştir onların, asla silemezler.

Yazarım, okurum, bir daha yazarım... Okumaz o gözler, duymaz beni, gözlerimi görmez, hüznümden anlamaz, derdimi bilmez. O kan dolu gözler, ve o sinirden karışmış saçlar, duvarlara çarpar kendisini, her şeyi kanata kanata atmaya çalışır nefretini. Atabilir mi bilmem. Maalesef öylesi bir nefret bir defa girer gözlerine, orada yer edinir kalır yıllarca. Anlamam nereden gelir öylesi, 'hiç değer mi bunlara' derim, 'her şey geçip gider'. 

Tam da o yemyeşil ormanın içinden ve içinden akıp giden o buz gibi suyun üzerinden geçerken, tam da güneş, yaprakların arasından üzerimize düşerken, tam da hayat bizim için yön değiştirirken, '... değer mi?' derim kendi kendime. 

Sonra bir gün şiddetli bir yağmur basar ormanı. Ormanın boyası akar yavaş yavaş o yağmurla, renkler suya karışır. İşte o zaman, gözlerimi açmanın zamanı gelir, çünkü geçeceğini düşündüğüm o nefret, yıkmıştır her şeyi. Üstü örtülen her şey, ortaya çıkmıştır artık. O anı görmek, yaşamak, insanın içini sızlatır.

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

8 Aralık 2017 Cuma

Kaybolmak

Kayboldun, ama coğrafik olarak değil, aklın ve düşüncenin kaybolmasından bahsediyorum. Ben varsam onlar da var deme, fiziksel varlığın, onların varlığını garantilemez. Bir bakarsın ki kayıpsın, ne zaman eksildiğini bile anlamamışsın.

Ama duygular vardır, hem de çok acımasızdır. Biri bir uçta, öteki diğer uçta... Kendi içinde çelişkili ve çatışmalıdır onlar. O yüzden aklını fikrini askıya almak zorunda kalırsın. Çünkü düşünürsen, karar alman gerekir. Ama karar almak istemezsin. Alacağın kararın her türlüsü canını sıkar. Bir temiz çıkış yolu göremezsin, her yol bunaltıcıdır.

Ha, zannedilmesin ki düşüyorsun. Sadece biraz hava almaya çıktın, hepsi bu. Tekrar dönecek, evinin yolunu bulacaksın. Hep öyle olmadı mı? Döndüğünde, bulduğun belki tam olarak "kendin" olmayacak, daha yorgun olacaksın mesela. O zaman da dönüp kendine "olgunlaştığını" söyleyebilirsin, ne var yani. Sonuçta hayat büyük bir kargaşadan ibaret değil mi?


Evla.

Etiketler: , , , , , ,

5 Kasım 2017 Pazar

Nüktedan Dıngıllığın Katmanları

Daha önce dıngılığı tanımlamıştım (bakınız konuyla ilgili ilk yazım), felsefe babası Johari ve onun çıkmaz sokağa bakan penceresi olduğundan da bahsetmiştim. Şimdi size dıngıllık katmanlarını anlatacağım.

1. derece dıngıl: Bu ilk katmandır. Kişi kendisini anlama evresindedir ve başarının kendisini başkalarına anlatarak elde edilebileceğinin farkındadır. ancak bu aşamada kişi kendisini anlattığı dinleyiciler açısından seçici değildir. Fırsat bulduğu noktada muhabbeti yapıştırır. Tabi sonuç çoğunlukla hüsrandır çünkü kaliteli dinleyici bulmanın zorluğunu henüz bilmemektedir. Birinci derece dıngılın açılması henüz hayatındaki kritik konuarla ilişkili değildir. Kendisiyle ilgilidir ancak konu henüz esas olaylara gelmemiştir. Birinci derece dıngıl bu aşamada tam da "Esas olay derken ne demek istiyorsun ki?" diye düşünmektedir.
Bu dıngıla tavsiyem, kilit olayları teşhis etmesi, iyi dinleyicileri önceden belirlemesidir.

2. derece dıngıl: Bu dıngıl artık hayatındaki kritik olayları sezinlemektedir ve bu olayları herkesin dinlemek istemeyeceğinin farkındadır. Oysa felsefe babası Johari'nin de kendini kimlere açacağın konusunda ayrım yapmadığının farkında değildir. Olsundur, neticede ikinci derecedir, birinci dereceden iyidir. E tabi kritik olayları bilmek de başlı başına bir iştir. İnsanın karakterini etkileyen mihenk taşlarıdır onlar. Öyle ulu orta böyle derin konulara girmeye çekinmektedir. Ancak ikinci derece sonlarına doğru bir iki açılım gerçekleştirmiştir tabi, ancak bu açılımların temel amacı dıngılın kendisini rahatlatmak ihtiyacıdır, henüz geri bildirim alamamaktadır.
Bu dıngıla tavsiyem, kendisini eleştirilere açması ve özellikle kritik olaylarla ilgili geri bildirimleri dinlemeye hazır olmasıdır.

3. derece dıngıl: Tahmin edebileceğiniz gibi geri bildirim alabilmektedir. bu geri bildirimleri belki de çok önemli bir kısmı hiç hoşuna gitmeyecektir.  Bütün bu hoşlanmadığı yorumlar onda gerginlik yaratacaktır tabi ki. Duyduğu olumsuz eleştirilerin çoğunu arka lana atacaktır, ve belki de olumsuz eleştirmenlerinden uzaklaşacaktır. Ama olsundur, bütün o olumsuz eleştiriler insan aklına kurt düşürür.
Bu dıngıla tavsiyem, olumsuz eleştirilere rağmen moralmanları bozmasın ve küme düşmesin! Bu dönem geçecek

4. derece dıngıl: Artık dıngıl önemli bir aşamaya gelmiştir. Kritik olayları anlatmakta zorlanmaz, olumsuz ve olumlu görüşlere bağışıklık kazanır, kendi dersini çıkartır ve kendisini / yaşadıklarını / duygularını anlatmaktan çekinmez hale gelmiştir. Dıngıllığın bilgeliğe dönüştüğü dönemdedir, Johari tarafından el üstünde tutulmaktadır. E peki beşinci katmana ne kaldı diyeceksiniz.

5. derece dıngıl: Bu son mertebede dıngıl yaşadığı süreci aynen burada anlattığım şekilde algılar, başkalarının da bu süreci yaşamaya ihtiyacı olduğunu kavrar ve daha önemlisi kendi hikayesinin bitmediğini, kimi zaman kimi konularda birinci seviyeye düşebileceğini bilir. Kendi kendinin Johari ustası olmuştur, penceresinden çeşit çeşit manzaralar görmektedir ve "herşey insan içindir" görüşüne bağlanmıştır. Olmuştur, ve her an başa dönebileceğini kabullenmektedir.

Dıngıllığınızda nüktedanlık arttıkça şunu anlarsınız; dıngıllıklar mertebesinde ilk aşamadakiler, çocuk gibidir, hayatı günlük yaşarlar, onlar konuştuklarında kendilerini anlatmazlar, geçici zevkleri anlatırlar sadece. Onları görünce tanırsınız. İçlerinde bir hesaplaşma olduğunu, o hesaplaşmanın derinlere gömüldüğünü hissedersiniz. İçinden çıkması gereken kapalı bir odada olduklarını düşünürsünüz. Dıngıllığın belirli bir kuruma bağlı olmadığını, üyelik gerektirmediğini, bir anlamda içsel bir yolculuk olduğunu yaşayarak görmüş olmanızdan mütevellit, iyi bir dinleyici olup, karşınızdakinin yoluna dahil olmak istersiniz. Kimi zaman olur, kimi zaman olmaz. Ancak penceresi açık son seviye dıngılların, penceresini kapatmış ilk seviye dıngıllarla karşılaşmasında; tıpkı Frued'un hastalarına psikanalitik tedavi uyguladığında hastaların ona zamanla bağımlılık geliştirmesi gibi, siz de kaşınızdakinin size bağlandığını hissedersiniz. Bu çok tehlikelidir zannımca, zira dıngıllık katıksız özgür iradeyle tabir olunur.

NOT: Fark edebileceğiniz gibi dıngıllığa ilişkin ilk yazım (ilk yazı için tıklayınız), 3.derece dıngıllık katmanlarındaki haykırışlarımla doludur.

18 Temmuz 2017 Salı

Onu Bulmak -3

Hikayenin birinci bölümü için: http://didevla.blogspot.com.tr/2017/01/onu-bulmak-1.html
Hikayenin ikinci bölümü için: http://didevla.blogspot.com.tr/2017/05/onu-bulmak-2.html

O günden sonra, bir hafta annem evden çıkmama izin vermemişti, ama balkona çıkmama da karışamıyordu. Ben de yapmak zorunda olduğum yaz ödevlerimi ve en sevdiğim oyuncaklarım olan Hasip ve Nasip'i yanıma almış, kırmızı renkli ve geyik desenli o çok sevdiğim minderimin üzerinde bir hafta geçirmiştim. E sürekli ayakta kalamazdım, dedektifin de enerjisini iyi bir şekilde kullanması gerekiyordu. Yardımcımdan ayrılmış olmak beni çok üzdüyse de, balina gözlemlerimin son bulması söz konusu olamazdı.
O hafta, yemeğimi alıp balkona çıkıyordum, kimi zaman da dışarıdan yemek geliyordu, annem yorgun olduğunda İsabella'nın Mutfağı'ndan bana garip garip yemekler sipariş ederdi. İnsanlar denizden eve dönerken, bizim kapı zili çalardı, balkondan aşağıya bakınca, o suratsız çocuğu görürdüm aşağıda. Bir gün yemekleri aldıktan sonra 'Sağol İsabella' dedim diye beni düşman belledi, o günden sonra da bir süre yüzüme bakmadı, huysuz!
"Ne olmuş yani, o zaman İsabella kim?" diye sordum akşam anneme.
"Sana söyledim, İsabella illa ki birisi olmak zorunda değil, ayrıca İsabella'nın bir erkek adı olmadığını algılayabilecek zekada olmanı bekliyorum!" demişti.
Yine böyle kapının çaldığı ve o huysuzun yüzüme bile bakmadan yemek getirdiği bir günde, karar verdim, balinamın adı İsabella olacaktı. İlla ki birisi olmak zorunda değildi ve balinam da şimdilik kayıp sayılırdı, yani yeterince gizemliydi. Evet, İsabella tam ona göre bir isimdi.

Bir hafta süren balkon hapsimden sonra, annem artık dışarı çıkmama izin veriyordu. Kurtuluşumun ilk gününde hemen sokağa çıktım. Birinci katta oturan Semiray Teyze'ye dil çıkartarak yanından hızlıca geçtim. Onu sevmiyordum, hem de hiç! Çünkü Annem, ben ev cezasındayken sokağa çıkarsam Semiray'ın beni ispiyonlayacağını söylemişti. Semiray teyze sokak oyunlarını bilseydi ona "çürük yumurta" diye bağırırdık, ama sanırım bizi duyamazdı, çünkü daha kendi kapısının zilini bile duyamıyor. Buraya taşındığımızdan beri kaç defa komşuları ona ulaşamadıkları için, balkonundan evine girmek zorunda kaldı. Nesibe Abla'ya göre insanlar onun canından endişe ediyorlarmış. Benim için anlaşılmaz ve anlamsız bir durumdu, sadece omuz silkmiştim.

Artık sokağa çıkma izni olan, yanıkları iyileşmiş (burnumdan ve sırtımdan soyulan kabukları saymıyorum, çünkü onlar acı vermiyordu) ve yapayalnız bir çocuktum. Ayrıca bir hafta boyunca o gizemli çocuğu ve annesini de görmemiştim. Ama ne var ki o ilk günde, şans yüzüme güldü.

İyi bir tatili hak ettiğim için, kendime kocaman bir kakaolu dondurma alıp sahilde, elbette gölgede uzanmış, ardından da serin sulara atlamıştım. Ben artık dikkatim dağılmış denizden çıkarken, yanımdan hızla bir çocuk geçti. O kadar hızlı geçti ki, az kalsın yere kapaklanacaktım. Hemen ona taraf döndüm ve gözlerimi devirdim. Ama sinirlenecek halim yoktu, işte oradaydı, o çocuk! Ezele'nin de yanımda olmasını çok istedim bir an, ama sonra hemen dikkatimi topladım, dedektifin gözü hep açık olmalı değil mi? Çocuk denize doğru koşuyordu, hızlıca suya girmişti. Hemen etrafa bakındım, annesi buralarda mı diye, evet o da yine şalvarıyla sahildeydi, hemen seçiliyordu, buralarda onun gibi giyinen kadın pek yoktu nasılsa. Mısır arabasının önünde bir şeyler alıyordu ve sırtı denize dönüktü. Hemen çocuğa döndüm, çoktan denize girmişti, hemen koşa koşa kendimi suya attım, peşi sıra kollarımı çırptım. Deniz hemen derinleşmiyordu, o yüzden çocuğu hala görebiliyordum ama gittikçe suyun içinde kayboluyordu sanki. Ben de acele ile biraz su yutmuştum, öksürmeye başladım, kendime gelmeye çalışırken, bir anda çocuk gözden kayboldu. Durup iyice en son gördüğüm noktaya doğru baktım, bir de sahile doğru döndüm, annesinin nerede olduğunu görmek istiyordum. O da denize girmeye hazırlanıyordu, elindeki eşyaları bir şemsiyenin altına bırakıyordu. Hay aksi! Annesi gelirse beni fark edebilirdi. Çocuk ise hala ortalarda yoktu, kaybolduğu tarafa doğru biraz daha yüzdüm, yüzdüm, yüzdüm. Artık yorulmuştum ve kalbim küt küt atmaya başlamıştı nefes nefese kalmıştım ve daha fazla su yutmamak için çırpınıp duruyordum. Aslında yüzmeyi biliyordum ama bu kadar derinlere gitmemiştim hiç. Nefes almaya çalışırken, bir anda ayağımın ucundan kaygan bir şeyin geçtiğini hissettim. İstemeden ince bir çığlık attım, gözüm hemen sahile dönmüştü, insanlar o kadar küçülmüştü ki, neredeyse seçemiyordum. Artık kalbim çok daha hızlı çarpmaya başlamıştı, kendimi çok kötü hissediyordum ve tekrar su yutmaya başlamıştım. Sahile dönmem gerekiyordu, o tarafa doğru yüzmeye başladım ama yine o kaygan şeyi hissettim, bu sefer karnıma değmişti. Denizin rengi o kadar koyuydu ki, içini asla göremiyordum. Daha önce duyduğum deniz anası hikayeleri geldi aklıma, bir çocuğun bacağına yapışmıştı, o da çok kaygan bir şeymiş ve yapışınca asla çıkmıyormuş, öyle ki çocuk bacağının kesilmemesi için, ömrünün sonuna kadar o deniz anası ile yaşamak zorunda kalmış diyorlardı. Eski evimizin önündeki denizde, deniz anası en korkunç şeydi ama burada hiç duymamıştım deniz anası hikayelerini. Burada daha çok yengeçler vardı. Ama deniz o kadar büyük ki, neden buraya da gelmesinler diye korkuyla düşündüm. Sonra bu kaygan şey İsabella da olabilirdi, olabilir miydi acaba?
Yüzmeye devam ediyordum, ama sanki hiç yaklaşamıyordum ve yuttuğum sular artık boğazımı yakıyordu, deniz de dalgalanmış mıydı, yoksa bana mı öyle geliyordu bilmiyorum, ama bir an kendimi bıraktığımı hatırlıyorum. Sırt üstü denize uzandım ve artık bir yere gidemediğim anladım, bağıracak halim de kalmamıştı. Annem bu sefer beni gerçekten evlatlıktan reddedecek, yetimhaneye verecekti. Orada öylece durdum, ne kadar geçti bilmiyorum, güzel şeyler düşünmeye çalıştım, denizin kocaman bir dondurma olduğunu hayal etmeye çalıştım. O kaygan şeyi düşünmemeye çalışıyordum. Hem denizin yüzeyinde hareketsiz kalırsam beni fark edemeyeceğini düşünmeye başlamıştım. Bir süre sonra kalbim normale dönmeye başlamıştı, tekrar yönümü sahile döndüm, bu sefer yüzecektim, ne olursa olsun annem duymadan her şey normale dönecekti. İsabella'yı da başka bir gün arayacaktım. Yavaş yavaş sahile doğru yüzmeye başladım. Hemen önümdeki iki kişi görüyordum artık, biraz daha yaklaşınca bunlardan birisinin o çocuk olduğunu anladım, demek onun yanında geçip gitmiştim, ama onu nasıl görmediğimi anlayamadım. Şimdi birbirimize çok yakındık, o da kendince suyla oyun oynuyordu ve galiba bir şeylerle konuşuyordu. Daha da yaklaştığımda beni fark etti ve dönüp
"Seni korkuttuysam özür dilerim" dedi.
"Tabi ki kork... ben mi? yoooo, neden korkacakmışım!!?" dedim ve kaşlarımı kibirli bir şekilde kaldırdım. Ben beyaz donlu bir çocuktan mı korkacaktım?!. Çocuk mahsun bir şekilde başını önüne eğdi. Tam o sırada çocuğun yakınında bir kuyruk görür gibi oldum. Çocuk bana yine sırtını dönmüştü. Ağzımdan "aaaa" sesi çıkmış yavaşça, beni duydu ve endişeyle bana baktı. Hemen kafamı çevirdim ama şaşkınlıktan ölecek gibiydim, orada bir kuyruk vardı, evet kesinlikle bir kuyruk! Yüzmeye devam ettim ama arada dönüp arkama bakıyordum. Çocuk hala oradaydı ve bir şeylerle uğraşıyor gibiydi, suda kıpırtılar vardı ama ne olduğunu artık seçemiyordum. Daha kötüsü çocuğun annesi artık tam karşımda duruyor ve bana garip garip bakıyordu. Onu fark edince biraz da sahile paralel yüzdüm ve onları atlatarak biraz ötede bir yerlere ayak bastım. Yine çok yorulmuştum, kendimi kumlara bıraktım. Biraz soluklandıktan sonra doğrulup bağdaş kurup oturdum, sağımda kalmışlardı, ben de yandan yandan onlara bakıyordum.  Bir yandan annemin cezalarından kurtulduğuma seviniyor, diğer yandan da yeni güneş kreminin işe yarayıp yaramadığını merak ediyordum. Bunu eve gidince görecektim. Orada durup onları öylece izledim, Annesi çocuğa seslendi, böylece adını öğrendim, adı İsimet'miş. Donlu çocuk denizden çıktı ve annesiyle birlikte sahilden uzaklaştılar. Kalkıp onları takip etmeli miydim? Sanırım evet, ama yeni yeni nefes alabiliyordum ve bugünlük bu macera yeterli olmuştu. Bir  hafta daha ceza almak istemiyordum. Sessizce kalktım, havluma doğru yürüdüm terliklerimi giydim ve eve geri döndüm.
Semiray Teyze eve girdiğimi görsün diye balkonunun önündeki çiçeklerle ilgilenir gibi yaptım, bir yandan da balkondan içeriye bakıyordum. Onu taklit ederek "Eee, çiçekler bugün nasılsınız bakalım?" diye bağırdım. Çiçeklere söylüyordum ama gözüm Semiray Teyzenin balkonundaydı. Sanırım beni duymamıştı, balkonunun dibine geldim ve bu defa en kuvvetli sesimle tekrar ettim "Çiçekleeer, nasılsınız bakalımm?". Bu defa sesimi duymuştu, hemen çıkıp geldi balkona,
"Ooo demek sensin balıkçı kız, cezan bitti değil mi senin? Hem ne zamandır çiçeklerle konuşuyorsun? Daha geçen gün sarı gülümün en güzel dalını kırmıştınız arkadaşınla" dedi.
"Semiray Teyze, o yanlışlıkla oldu biliyorsun, o gün açlıktan önümüzü görmüyorduk. Hem sen de dalarını bazen kesiyorsun?!" dedim.
"Evet, evet ama o farklı şey. Hadi bakalım sen evine çık artık, bu yanıklarla daha fazla oyalanma" dedi.
"Ben de eve gidiyordum, eve geç kalmıyorum ben vaktinde giriyorum işte, görüyorsun ya?" dedim
"Evet evet, görüyorum tabiii! Melisa Hanım'a selamlarımı ilet olur mu?"


İşte bir gün daha geçmişti ve ben bu sefer neyse ki ceza almadan eve dönmüştüm. Güneş kremini sorarsanız, pek işe yaramadığını söyleyebilirim. Annem ben uyumadan önce eve gelebilseydi, bana kızacak bir bahanesi de olacaktı, ama bu seferlik maçı ben almıştım.

Sadece aklımı kurcalayan sorular artmıştı. Gerçekten de bir kuyruk görmüştüm, acaba İsimet denen çocuk... ??

Kapalı Mektuplar - Burcu

Sevgili Burcu,

Ne oldu bilmiyorum, veya dur, biliyorum. İki gün önce rüyamda gördüm seni. Pek konuşmuyorduk ben kendi derdime düşmüştüm, bir kaç kişi daha vardı, sanırım Hande ve Bahar da oradaydı, sizi boşluyordum, kendime kızarak uyandım. Evet rüyamla başladı bu, ama rüyam nereden çıktı bilmiyorum. Dolambaçlı bilinçaltı...

Önce düşündüm, seni arayayım, nasıl olduğunu sorayım istedim, sonra en son yaptığımız konuşma geldi aklıma, sesimizdeki soğukluğu hatırladım. Vazgeçtim.

Bugün ise, daha doğrusu bu gece saat 2 civarı, Anathema çekti canım. Hayatımda kaç kişiyle paylaşabilirim ki Anathema'yı? Çok az. Azlar ve hatta yoklar. Ama ben bunu da unutmuşum.



Senin henüz görmediğin, beki de en kötü ihtimalle hiç göremeyeceğin bir yeşil koltuğumuz var, oraya uzandım. Unutmuştum, taa ki "Are you there?" şarkısı çıkana kadar, iki satırı takıldı aklıma

"The best friend that eluded you lost in time
Burned alive in the heat of a grieving mind"

O anda fark ettim, güzel bir dostumun anısına tutunduğumu, yasını tuttuğumu ve Anathema'nın bu anılarla ilişkili olduğunu. Diyorum ya bilinçaltı, ve oyunları...

Neler düşündüm bilemezsin. Lise ikide, hani güneşin sırtımızdan vurduğu sınıfımız vardı ya, ben Bahar ile yan yana oturuyordum, sen de Hande ile, işte o sınıf, o dönem aklıma girdi. Sonra yeşil ve ferah bir alana bakan odam, hayallerim, ne olacağım telaşı, doğru olma hevesi... Güneş ne kadar önemliymiş, şimdi aynı parlaklığı kalmadı, o zamanlar farklı parlardı benim için. Bir de üniversitede birinci senem var, onun da hakkını vereyim, ama o belki başka mektupların konusu.

Kaç kişiyle paylaşabilirim ki bu anıları?

Ne kadar temizdi her şey, en korkunç anlar bile tertemizdi. Düşünsene, son otobüsü kaçırmak, arkadaşımızın bileklerini kesmesi, aşık olmak ve konuşamamak, veya konuşup reddedilmek... En korkunç anlardı, ama tertemizdi ve hep umut doluydu.

Anathema konserine gidişimizi hatırlıyor musun? İki defa mı gitmiştik? İşte, böyle bir şey bir dostu kaybetmek, şimdi sana sorduğumda, sen hatırlatmalıydın bana kaç defa gittiğimizi. Veya Vega konserini, kahve bahaneyi anlatmalıydık. 

Sanırım aramaya cesaret edemeyeceğim bir süre daha, ama eninde sonunda arayacağım. Şimdi bunca zaman sonra aklıma geldin. Acaba iyi misin, kötü bir şey oldu da bilinçaltım beni mi uyarıyor? 

Beni merak edersen, olur ya mektuplarda hep yazarlar, iyiyim. Şimdi düşününce gençlik heveslerimi, güzel bir hayat kurduğuma inanıyorum. Umarım detayları konuşacak güzel günlerimiz olur, belki yine lisede oturduğumuz banka otururuz, veya kordonda çimlere?

İnsana iyi gelen dostluklar, sen yaşatmaya devam ettikçe, seninle geliyor.

Sevgilerle
Evla

16 Mayıs 2017 Salı

Onu Bulmak - 2

Hikayenin birinci bölümü için: http://didevla.blogspot.com.tr/2017/01/onu-bulmak-1.html


Sabah uyandığımızda, annem Nesibe Abla'yı çağırmıştı ve evde her şey havadaydı. Çocukluğumun en korkunç anlarındandı o anlar çünkü elektrik süpürgesinden ölesiye korkardım. Öyle ki işi bittiğinde annem üzerini sıkıca örtüp, onu depo olarak kullandığımız kapkaranlık odaya kilitliyordu. Ama işte Nesibe Abla o gürültülü canavarı o kadar çok seviyordu ki, bize geldiğinde asla elinden düşürmezdi. Demek ki bizim hemen sahile inmemiz gerekiyordu ve annem de buna seve seve izin verecekti. Ezele de sahile inmek istiyordu hem!
Öyle yaptık. Benim her zamankinden daha yüksek sesli sızlanmalarım ve süpürgeye yandan  kısık gözlerle bakışlarım, annemi daha kolay ikna etmemi sağlamıştı. Annemin Nesibe Abla'ya hazırlattığı portakal sulu omletli kahvaltımızı yaptıktan sonra, mayolarımızı da elbisemizin altına giyip koşarak sahile indik. Tabi ki sahili balkondan izlemek çok daha iyiydi, çünkü pek çok şeyi aynı anda görebiliyordun, ama bugün onun için uygun değildi.
Sahilde her zamanki kalabalık vardı, kimi çay bahçelerinde, kimi denizde, kimi kumların üzerinde, kimi bisikletle... Biz ise dedektif gibiydik, sanırım dışarıdan görenler de halimizin farkındaydı. Gözlerimiz her yeri tarıyordu, o teyzeye ve oğluna benzer birileri görsek hemen birbirimizi dürtüyorduk, ama maalesef hiç birisi onlar değildi. Bütün bir sahili bu şekilde yürüdük, tellerin olduğu ve girme iznimizin olmadığı yere kadar devam ettik, ancak çok büyük bir hayal kırıklığıyla yolu tamamladık.
Sonra bir de denizde yüzüyor olabilecekleri aklımıza geldi, çocuğuz ya, delilik!Terliklerimizi havlu ile sardık, havlumuzu da kucakladık, belimize kadar denize girdik. Tellerin olduğu yerden başladık, yürüyerek suyu geçtik, geçerken de denizdeki insanları ve denizin içini inceledik, belki de balinayı görürdük? Tabi arama çalışmalarımız karadaki gibi kolay olmuyordu bu, suda hareket etmek çok yorucuydu. Neyse ki teyzenin suya tshirtüyle girdiğini biliyorduk, ona bakmak çok kolaydı. Balina desen o kocaman kuyruğu görmemek imkansızdı. Ama ya o çocuk ? İşte o çok zordu. Ben de teyzeye bakma görevini Ezele'ye vermiştim, çocuğu kendim arıyordum. Ezele kaçırabilirdi ama ben kaçırmazdım. Birkaç defa o çocuğa benzer çocuklar da gördüm, yüzlerini yakından görebilmek için oralarda oyalanmamız gerekti, ama hiç birisi aradığımız teyze ve çocuk değildi.
Artık saatler geçmişti ve başladığımız yere yaklaştığımızda, ikimizin de bacakları inanılmaz ağırlaşmıştı. Tek bir adım bile atacak halimiz kalmamıştı. Havlular da kollarımızı yormuştu. Ben baş dedektif, yardımcımın paydos yapmasına izin verdim ve derhal sahile çıkıp kendimizi boş bir şemsiyenin altına, kumlara attık. Kum taneleri üstümüze başımıza ve nemli saçlarımıza yapışmıştı ve annem bundan nefret ederdi. Ama o kadar yorulmuştuk ki, umurumuzda değildi, hem yardımcımı daha fazla çalıştıramazdım. Orada öylece uzandık, bir süre de uyumuşuz. O gün şemsiye gölgesinde uyumanın verdiği tadı hala hatırlarım ancak hiç bir zaman o tadı tekrar hissedemedim, o an öyle büyülü bir andı işte.
Bu sefer Ezele benden önce uyanmıştı, çünkü hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı ve Foça'da akşamları sert rüzgarlar çıkardı. Beni de uyandırınca, ben de üşüdüğümü fark ettim. Ancak araştırma ruhum da baskın geliyordu, daha denizin öteki tarafını aramamıştık, orası bu kadar uzun değildi üstelik, araba yolu başlayana kadar denize giriliyordu. Hemen doğruldum, ellerimi gözlerimin üzerine siper ettim, şöyle bir düşündüm, Ezele'nin yalvaran gözlerinin içime baktım. E bu saatlerde insanlar denize pek de girmiyorlardı, Ezele'ye devam etmeden önce bir şeyler yiyebileceğimizi söyledim. İnanılmaz sevinmişti, neredeyse boynuma sarılacaktı.
Hala tam olarak dinlenmemiş bacaklarımızla evin merdivenlerini çıktık. Nesibe Abla o canavarı kapkaranlık odaya bırakmış, mutfağa geçmişti.
"Nerede kaldınız küçük hanımlar?" diye bağırdı, yemek kokuları mis gibi geliyordu. "Size köfte hazırladım, yanında da salata! Aaaa.. ama hanımefendilerin üstü başı kum dolu, öyleyse suyun altına giriniz lütfen, sonra sofraya gelebilirsiniz, hadi bakalım".
Menüyü annemin hazırladığını biliyordum, yoksa 'patates kızartması nerede?' diye ağlayacaktım. Ama o halimizle o garip sebze yemeklerini bile sorgusuz sualsiz yerdik herhalde. Suyun altına ikimiz birden girdik, girmemiz ve çıkmamız bir oldu. Yemek yerken ise ikimizin yüzünde de hınzırca bir gülümseme vardı, çünkü belimizden yukarısı domates gibi kızarmıştı ve burnumuz öylesine yanmıştı ki, dokunamıyorduk bile. Nesibe Abla bir yandan bize nasihat veriyordu, güneş kreminin de işe yaramadığından şikayet ediyordu bir yandan da hanımefendi dediği anneme ne diyeceğini kara kara düşünüyordu. Onun o telaşını görseniz, siz de kıkırdardınız, bütün o yanık acılarına rağmen. Hem dedektifliğin de bir bedeli vardı, biz de onu ödemiştik, e biraz da gurur duymuştuk mesleğimizle.
Çocuklar neden bu kadar çok uyur  bilmiyorum, o zaman da bilmiyordum ve kendi kendime de kızıyordum. Yemekten sonra daha Nesibe abla bize krem sürerken sızıp kalmıştık, herhalde Nesibe Abla yataklarımıza taşımıştı o gece bizi.

Ertesi gün ise tam bir felaketti, annemin öfkesiyle kalkmıştık.Aslında hala gülmek istiyordum, çünkü kimse bizim gördüklerimizi bilmiyordu ve gerçekten de çok komik görünüyorduk. Ama annem Ezele'nin annesini arayıp onu götürmesi gerektiğini söylediğinde, yüzümdeki gülücük dondu kaldı. Sonrasında Ezele'nin annesi gelene kadar ağladım. Ne kadar yalvardığımı ben de bilmiyorum, günlerce dışarı çıkmayacağımı söylemiştim, onu hiç ama hiç üzmeyeceğimi söylemiştim anneme. Başka arkadaşım yoktu ve ben Ezele'yi çok ama çok seviyordum. Ama ben ne kadar çok ağladıysam, durum o kadar kötü oldu, annem disiplinin en önemli şey olduğunu söylerdi hep, benim de disiplinsiz olduğumu. Ve annemin kudretli duruşu karşısında hiç sansım yoktu.
Ezele'nin annesi kapıyı çaldığında, bir çözüm yolumuzun olmadığını anlamıştık. Çünkü annesi de Ezele'nin kıpkırmızı halini görünce çok sinirlenmişti. Nedense kimse bizim gibi gülmek istemiyordu bu duruma, oysa biz mutluyduk domatese bulanmış halimizle. Annelerimiz ne konuştu hatırlamıyorum, ben Ezele'ye sarılmışım, o da bana sarılmış, yanıklarımız da acıtmıyordu. O güzelim iki gün ağlayarak son buldu, Ezele hıçkırıklarla annesiyle birlikte hızlıca gidiverdi. Onlar gittikten sonra odama gidip, sızana kadar yine ağladım, bu sefer annem daha fazla kızmasın diye sessizce...

Üstüne yıllar geçip ben liseye başladığımda Ezele ile tekrar görüşecektik, ve ikimiz de o günü gözlerimiz dolu dolu anacaktık. Üstelik ikimiz de ailelerimize balinadan bahsetmemiştik, işte çocukça yaşadığımız dostluk da böyle bir şeydi, ikimiz de sessizce korumaya karar verdiğimiz sırrımıza sadık kalmıştık ve ailelerimizin katılığıyla kirletmemiştik gizemli balinayı.


Devamı için: http://didevla.blogspot.com.tr/2017/07/onu-bulmak-3.html

Etiketler: , ,

15 Mayıs 2017 Pazartesi

Namus

Bir Sezen Aksu şarkısı olan Namus'u bilmeden olmaz:

Aradım yıllardır seni her yerde
Bir türlü karşıma çıkmadın namus
Nihayet bir yerde rastladım ama
Utançtan yüzüme bakmadın namus

Yaklaşıp yanına dedim nerdesin
Dedin ki yorulma gelmiyor sesin
Gayretleri boşa gitti herkesin
Kimseyi yanına sokmadın namus

Fazilet dediğin meğer masalmış
Namuslu görünmek kimlere kalmış
Zenginmiş, fakirmiş, halkmış, kralmış
Gördüm ki kimseyi takmadın namus

Hadi yandan
Hadi hadi yandan

Ben senden ne saray ne ev istedim
Seni sevenleri sen sev istedim
Kıvılcım aradım alev istedim
Bir tek mumu bile yakmadın namus

Azizken gözümde sudan ekmekten
Yoruldum uslu dur yapma demekten
Yüzyıllardır namussuzluk etmekten
Bir türlü uslanıp bıkmadın namus

Hadi yandan
Hadi hadi yandan


__________________________
Namus; 1991 yılında piyasaya çıkmış olan "Gülümse" albümündeki bir parçadır. Sözlerini yazan kişi, Ümit Yaşar Oğuzcan, beste Arto Tunçboyaciyan, düzenleyen Onno Tunç....

Namus kelimesinin seslisözlükteki İngilizce karşılığı: Honesty, honor, purity, decency, rectitude.
Bakın kelimelerin hiç biri, Türkçe'de kullanılan namus kelimesinin karşılığını vermiyor aslında.
Honesty; dürüstlük
Honor; gurur, onur
Purity; saflık, temizlik

Kısacası, kelimeyi İngilizceye tercüme ettiğimizde, kelimenin anlamını kaçırdığımız bir kavram namus. Bizdeki gibi bir karşılık yok İngilizce'de. Ümit Yaşar Oğuzcan da dememiş mi "Aradım yıllardır seni her yerde, Bir türlü karşıma çıkmadın namus". Namus kavramı sözlüğünde ve dilinde olmayan bir toplumda yaşadığınızı düşünebiliyor musunuz? Bu kavramla doğup büyüyen insan için bunu düşünmek çok zor.

Bizdeki namus nedir peki? Tabi ki daha çok kadını ilgilendiren ve kadının cinselliği ile ilişkili bir kavram. Ancak erkekler için de kullanılan bir hali var. O da, yalan-dolandırıcılık gibi anlamlar taşır çoğunlukla. Yani kadının namussuzu ile erkeğin namussuzu başka şeyler anlatır bize. Neden böyledir bu? Cinsellikle ilgili suçların hepsi kadından geçer?

Biz kadınlar onu (namusu) toplum değerlerimiz gereği, evlilikte takas etmek üzere koruruz. Bir takas aracı öyleyse namus, simgesi de kandır. Başını örten kadındır, masumiyetini yitiren kadındır, orası burası açılan kadındır, kuyruk sallayan kadındır, işveli cilveli olan kadındır.. Ne çok sıfat kullanılır kadın için, ve bu sıfatların hepsi toplumun bireylerinin anası, kız kardeşi, kızı, teyzesi, halası, yengesi içindir; bütün bu kadınlar bilir o sınırların ağırlığını.

Oysa namus dediğimiz bir oyundur, herkes aldanabilir, insan onu koz olarak kullanılabilir. Gerçek olduğu zaman ise cinayet aracı bile olabilir. Oysa kim namusludur aslında kişinin kendisinden başkası bilmez. Herkes konuşur ama biri bilir. Öyleyse ne konuşuruz biz?

Demek ki,
Hadi yandan!

Evla