25 Ocak 2013 Cuma

Düşünen Adam Heykeli

Bu heryerde resmini gördüğümüz heykelin neden bu kadar tanındığını araştırayım dedim canımın içi.
Bu heykeli, zamanında Paris'teki sanat okullarına kabul edilmeyen heykeltraş Auguste Rodin yapmış. 1840 - 1917 yılları arasında yaşamış olan bu adam, bu hekeli, daha önceden yaptığı "Cehennemin Kapıları" (The Gates of Hell) adlı eserinde kullanmak için 1880 yılında tamamlamış. Düşünen adamın o zamanki ilk adı "Şair" imiş ve Dante Alighieri'yi temsil ediyormuş. Dante ise, "İlahi Komedya" (Divine Comedy) adlı eseriyle, Rodin'in Cehennemin Kapıları adlı eserine ilham kaynağı olan kişiymiş zaten. Dolayısıyla, Rodin, Dante'yi eserinin şairi olarak heykelleştirmiş.
Dante'nin İlahi Komedya'sını da araştırmak gerekir, ancak bence o başlıbaşına bir konu olur. Sadece şunu belirtelim, Dante'nin İlahi Komdedya adlı şiirinde, öldükten sonra, cehenneme, arafa ve cennete gidişi anlatıyormuş.
Bu arada, Rodin'in "Cehennemin Kapıları" adlı eserini, aşağıdaki fotoğrafta görebiliyoruz; (Yükseklik: 6 m, Genişlik: 4 m, Derinlik: 1 m)

Yukarıdaki fotoğraftan seçebiliniyor mu bilmiyorum ama, bizim Dante'nin heykeli, hala o kapının üzerinde duruyor. Bu heykel de Zürih'te, bir gün görebiliriz umarım.
Daha sonra, 1888'de, bu düşünen adam heykeli, tek başına bir eser olarak, "Cehennemin kapıları" eserinden ayrıca sergilenmeye başlanıyor. Sonra 1904'te ise, devasa hali yapılıyor ve artık heykelimiz "Düşünen Adam" (The thinker) adıyla anılıyor.
Bu gelişim sürecini anlattıktan sonra, aslında heykelin ne anlama geldiğine geldi sıra, ki bence en önemli bölüm burası.
Aşağıdaki cümleyi, Rodin'in müzesinin resmi sayfasındaki açıklamadan aldım, olduğu gibi yazıyorum, sonra kendimce Türkçe'ye çevireceğim.
".... The Thinker was therefore initially both a being with a tortured body, almost a damned soul, and a free-thinking man, determined to transcend his suffering through poetry. This image of a man lost in thought, but whose powerful body suggests a great capacity for action, has became one of the most celebrated sculptures ever known." Kaynak : http://www.musee-rodin.fr/en/collections/sculptures/thinker
"... Düşünen adam, bu sebeple başlangıçta hem işkence görmüş bir vücut, neredeyse lanetlenmiş bir ruh olarak, hem de özgür düşünen bir adam olarak, ızdırabının üstesinden şiir aracılığıyla gelmeye azmetmişti. Bu, düşüncesinde kaybolmuş, ama (bir yandan da) güçlü vücudu olan adamın görüntüsü, hareket (tepki) için muazzam bir kapasiteyi akla getiriyor, (ve sonunda)bilinen en ünlü heykellerden biri haline geldi."
Aşağıdaki de düşünen adam heykeli:

Bu heykel, Fransa, Amerika, Rusya, Almanya, Danimarka, Japonya ve İsveç (Stockholm)'de de bulunuyor. Bak yine İsveç :) !

Evla

20 Ocak 2013 Pazar

KARDEŞİM BENİM !

Ah benim gözümün bebeği, can kardeşim benim… Bir türlü ‘didevla’nın dide'si olamadım uzun süre. Ne kadar hevesli olduğumu bilirsin en az benim kadar.. İstemeden çok beklettim seni ama nasıl hissettim biliyo musun? Bilmelisin kardeşim; Sanki soba yakmak gibi bi göreve iş bölümü yapmışız senle, güzelce başlamışız odunları taşımaya, benim kolum kırılmış bi sebeple sonra ve sen tüm odunları taşımışsın yetmemiş sobayı da yakmışsın yetmemiş tek sitem etmemişsin bana ‘ah be kardeşim ben yaptım herşeyi’ gibi… Gülümsüyorum böyle hissettiğimde hep, sen de hep böyle hissettiriyorsun bana. Fedakarlık güzelliğinin sırrı sessizliğinde gizlidir kardeşim.. Sessizce bekledin beni.. Hem de ne güzel bekledin.. Bizim işimizdi bu yazmak paylaşmak işi, ben durdum sen ikimizin yerine devam ettin.. ne güzel ettin be kardeşim! Ayrıca senin bi fedakarlık yapmana gerek yok beni böyle gülümsetmen için, ben zaten kolum kırılsa o odunları taşıyacağını biliyorum senin… bunu hep bildiğim için hep gülümsüyorum sayende kardeşim. Seninle aynı şekilde ben de o odunları taşımaya hazır bekliyorum elbette, en az senin kadar seve seve, bu yüzden seni anlamanın tadı başka canımın içi..

Bunca zaman bana bensiz yazı yazdın bir sürü.. hepsini hevesle okudum, hepsiyle ilgili yorumlarımı dilim döndüğünce sana anlattım, daha da anlatacağımdan ötürü..İşte benim canım kardeşim, şu halimi anladın bana sitem etmedin ya, yine gösterdin kardeşliğini demek istediğim bu benim.. Ben sana seni anlatıyorum da, haklıyım hiç abartmıyorum inan.. Bana “bu basit bişey” deme, “aman be kardeşim buna mı bunca söz” deme, “tabi ki bişey diyemem kardeşim sen zor bi dönemdesin” deme.. Ben “sen başla kardeşim ben sonra dahil olabilirim ancak” derken nasıl yürekten destekliyoduysam seni, sen de aynı yürekle bekledin beni biliyorum.. Bizim aramızdaki bu sözsüz sazsız anlayışı sakın yabana atma kardeşim, kılcallardadır ana damarın kaynağı. Sen neticede bir peynir ekmekte nasılsan bir mükellef sofrada da öylesin.. Yüreğinin, anlayışının kıymetini bilesin..

Ha bişey daha.. Hiç bişey yapmasan da başımın tacısın yine.. Olmaz ya; olursa bi gün, ben senin
anlayışsızlığını da yüreksizliğini de göğüslerim senin kardeşim, zira bu yazdıklarımı yazısız geçirdiğim bikaç zamana borçlu değilim, biliyorsun değil mi?

İnsanın ne hata yaparsa yapsın, kendi yolundan ne kadar saparsa sapsın, sorgusuz buyur edileceği bi kapısının olması ne güzeldir! Sen buyur gel kardeşim, senin yerin bakidir.

Bilmeni istediğim bişey daha var; bana “İnsanlarbirbirlerini yargılamadan birbirlerine doğru yolu gösterebilirler. Birbirlerine kızabilirler elbette fakat isterlerse bi orta yol mutlaka bulabilirler.
İnsanlar hata yapabilirler, fakat hatalarıyla kabul görebilirler. İnsanlardan biri diğerinin yanlışını yüzlerine vurmadan tebessümle güven vererek (tabi ki o güveni hak ederek, yapmacık olmadan) ve dikkatle onu doğru yola kavuşturmayı başarabilir. İnsanlar yanlış olduğunu bilse bile birbirlerinin yanlışlarının düzelmesini sabırla bekleye de bilir, müdahale etmemesi gerekiyorsa eğer, o hatayı yapanın doğruyu kendi kendine öğrenmesi gerekiyorsa eğer. İnsanlar kendi kararlarını vermeden önce önyargısız ve dürüstçe fikir alacağını bilerek birbirlerine danışabilirler, bunu sürekli ve tek taraflı bile yapabilirler bazen, bazen roller değişebilir, bazen biri söylerken biri susabilir.. Bazen bi insan, emin olduğu bi konuda duyduğu aksi fikre bile sanki emin değilmiş gibi itibar edebilir, saygı gösterebilir, yeni bi ufuk kazanıp kabul bile edebilir, hatta o inancından bile vazgeçebilir veya aynı saygıyla yaklaşarak karşı tarafı ikna edebilir. Bazen biri omzunu verir diğeri yaslansın diye, bazen o yaslanır diğerinin omzuna. Bazen biri yaşar biri şahit olur, şahit olan aynısını yaşamış gibi olur. Yani insanlar birbirleriyle sadece fikirlerini değil, tecrübelerini ve hayata dair kazançlarını da paylaşabilir. Bazen biri basit bişeyi bilmez ve sorduğunda diğeri basit değilmiş gibi özenle ve dikkatle yanıtlayabilir. Bazen aynı kişi önemli bişeyi bilir ve diğerine önemsizmiş gibi anlatabilir; küstahlaşmadan, bilirkişilik etmeden yani.. Bu insanlar birbirlerini hep daha iyiye götürmeye çalışabilirler, bazen geriye bile gidebilirler ilerlemek istemelerine rağmen, bazen onca çabaya rağmen yerlerinde sayabilirler ama birbirlerine inançlarını güvenlerini yitirmezler ne olursa olsun… Onlar birbirlerini konuşmadan duyabilirler. Bu mümkün! İnsanlar birbirlerine sabredebilirler, birbirlerini anlayabilirler, birbirlerini böyle sevebilirler işte! ”
deseydi biri, yaşadığım onca şeyden sonra inanmazdım kardeşim; SEN OLMASAYDIN EĞER… Var ne değerli olduğunu sen düşün..

İyi ki varsın canım kardeşim benim.. Sabrın, sevgin, desteğin, her şey için teşekkür ederim sana..

Didem

15 Ocak 2013 Salı

Tekno-insanın Olası Geleceği

Geleceğimizi nasıl isterdiniz? Fazla pişmiş? Susuz? Mekanik bir tatla?

Elbette ki, gelecekle ilgili konuların temelinde; teknolojik yeniliklerin, internetin hayatımıza keskin bir giriş yapmış olması var. Bundan 14 sene (insanı depresyona sürükleyecek kadar yüksek bir rakam!) önceydi, çok kıymetli bir akrabamız, bize kullanmadıkları bir IBM bilgisayarı göndereceğini söylediğinde, kardeşimle salonun ortasında çığlıklar atarak, dailer çizerek ve zıplayarak kutlama yaptığımızı dün gibi hatırlıyorum. Biz paramızı biriktirip 2-3 Cd alabilmiştik ki, bilgisayar geldi. 1 ay sonrasında, kardeşimin etkin bilgisayar kullanımı sonuç verdi ve bilgisayarımız, bir daha kendisine gelmeyecek şekilde çöktü. Yine de bilgisayarımız salonun baş köşesinde kalmaya devam etti; o yüce, ancak işlevsiz bir varlık olarak salondaki ağırlığını aylarca korudu.

Bir de şimdiye bakın. Bunun üzerine dünyaya verdiğimiz zararı da ekleyin.

Hatta daha ötesinde geleceğe bakalım:

Belki mahkemeler internet üzerine taşınacak, internet üzerinden yaptıklarımız yargılanacak, savunmamızı internetten yapacağız, hatta cezamızı interneti olmayan bir adaya yollanarak ödeyeceğiz. Gerçi şimdiki ortamda insanı öldüren insanlar nasıl ki cezalarını başka insanların yanında çekiyorlarsa, internet suçluları da sadece kendilerine ait bir ağ ile sınırlandırılarak yaşayabilecekler belki de.

Bir ihtimal, internet, insan haklarını olumlu yönde etkilerse, haksızlığa uğrayan insanların da bu duruma karşı çıkarak, haklarını aramalarında tetikleyici bir sebep olur, insanlar daha iyi koşullarda yaşamak için mücadele verirler. Arap Baharı'nda da buna benzer bir durum olduğunu söyleyebiliriz herhalde. Bu durumda, dünya genelinde refah düzeyinin artması gerekir. Ne var ki bizim meşhur lafımızla "kıt kaynaklar", gelecekte daha da tükenmiş olacaklar.

Kağıda ihtyaç kalmayacak, kıyafetin de öneminin azalacağını varsayabiliriz, elektronik cihazların yapımında kullanılan maddelerin tüketimi artacak, bunlar da madenler ve petrol (plastik malzemelerin hammaddesi olarak) oluyor. Gerçi, o zamana kadar, farklı hammaddelerden daha hafif, daha dayanıklı, daha esnek materyaller üretebilmeyi başaracaklardır. Bu durumda sürekli kaynak değiştirerek, istenilen materyali bir yere kadar üretebileceklerdir. Hem başka gezegenlere de gidilmiş olur, o zaman da başka gezegenlerden kaynak takviye edilir. Hatta bazı insanlar, başka gezegenlere taşınır zamanla, sıradışı bir yaşam tarzına sahip olurlar. Bu sıradışılık, zamanla sıradanlaşır.

Büyük ihtimalle, gıda hammadde temininde büyük bir kaynak sıkıntısı yaşanır. İnsanoğlu tüketim alışkanlıklarını değiştirir, sarma dolma nedir unutur gider. Onun yerine bilimkurgu filmlerindeki gibi özütler, daha doyurucu yapay gıdalar çıkar. Ne var ki, hayvanların ve diğer canlıların varlığı ekosistem için gereklidir. Ona da bir çare bulurlar elbet, azot döngüsü vs, bunların hepsi için teknolojik cihazlar oluşturabilirler. Belki bundan 300-400 yıl sonra, insanlar ağaç göremezler artık, bizim ejderhaları göremediğimiz gibi. O zaman ağaç müzeleri yaparlar belki, teknolojik müzeler, ağacın görüntüsü olur, 10 metrekarelik bir alanda, sanki bir ormanın göbeğindeymişsin hissini verirler sana.

Reenkarnasyon varsa eğer, böyle bir yaşama doğmak büyük bir talihsizlik olurdu.
Bir aile ortamı olur mu acaba diye düşünüyorum.

Doktorluk mesleği ortadan kalkar bence, tamamiyle teknolojik yöntemlerle teşhis konulur ve tedavi belirlenir. Doktorlar sadece yeni hastalıkların tanımlanmasıyla ilgili çalışır, sadece bilgisayar üzerinde. Mühendislik ise sadece yeni fikir oluşturma üzerine kurulabilir, sonrasını yapay zeka halleder. Kısaca, karar alma mekanizması, bilimkurgu filmlerindeki gibi bireylere bağlı olmaz, bilgisayar programlarına bağlanır kesinlikle.

Peki ya ekonomi? Çarklar nasıl döner? Belki de Marks'ın öngördüğü gibi komünist sisteme geçilmiş olur, ki bu oldukça ilginç olurdu. İmalat şekli nasıl değişirdi oradan düşünmeye başlayayım: kusursuz bir ürün çıkartmak isteyen, ekonomik anlamda kuvvetli kurumlar, insan gücü yerine teknolojik ekipmanları tercih edeceklerdir. Ne var ki, işçiliğin o dönemde ucuz mu pahalı mı olacağı önemli bir kısıt olurdu.

Küresel ısınma sebebiyle su seviyesinin yükselmesi sorununu aştıklarını düşünüyoruz elbette. Fazla suyu enerji eldesinde kullanabilirler mesela. Sonra su çok azalırsa da, o enerjiden elde ettikleri maddeleri tekrar suya çevirirler, yapay da olsa su sudur. O zaman hastalıklar da iyice çeşitlenmiş olur, ama insanlar, ekonomik düzeyi iyi olanlar, teknolojik ekipmanlarla anında tedavi olurlar.
Baktılar ki insan vücudu bu düzene uyum sağlayamıyor, vücutlar gereksiz hale geliyor, ki bence bu kesinlikle olacak-, o zaman da insan beynini taşıyacak başka formlar bulurlar pekâla. Bu durum önce yadırganır elbette, "artık bu kadar da olmaz ya" der insanlar:) ama durum ortadadır, bir süre sonra başka konaklar bulunur. Bu sayede ölümsüzlüğü de bulurlar belki ne dersiniz? Yıpranmayan taşıyıcılar üzerinde gezen, kök hücre vs ile sürekli yenilenen beyinler olur insanlar.

O zaman, insan beyni tüm detaylarıyla çözülmüş olur elbette. O zaman duygularımızı tanır hale geliriz, daha rasyonel düşünürüz herhalde. Peki ya dini duygular, vatan millet sevgisi, onlara ne olur acaba? İnsan o kadar da rasyonel olabilir mi? 500 yıl sonra...

Eğer bu değişiklikler ve benim aklımın ermediği başka değişiklikler gerçekleşir de, insan, vücudunu terk ederse, kendini tanrı gibi hissedecektir. Ölümsüzlüğü bulan bir beyin! Hayatı duygulardan arınacaktır, beyninin duygularla ilgili kısmı o zamana kadar çoktan körelmiş olacaktır zaten de, eğer bir parça kaldıysa da, onu da sanal ormanlarda, sanal sevgililerle hayatta tutunur ancak.
Sonuçta bizler dünyayı tüketiyoruz ve başka bir gezegene geçmediğimiz sürece, burası eninde sonunda yaşanmaz bir hal alacaktır. Başka bir gezegene geçsek bile, adaptasyon süreci zor olur ve bu geçiş topluca bir geçiş olmaz. Bugün Afrika'nın yaşadıklarını düşününce, ileride bu vicdansızlığın daha da büyüyeceğini hayal etmek zor olmasa gerek.

İnsan, hep aynı bencil insan...Dahasını düşünmek istemiyorum.

Aslında, daha iyimser bir senaryo da gerçekleşebilir. İnsanlar atıkları değerlendirmeyi de öğrenecekler. Düşünün ki, lağımdan, evsel atıklardan, sanayideki atıklardan, enerji elde edilmesi lazım ki, bu durum belki dünyadaki kaynakları koruyacak bir yaklaşım olabilir ancak o günlere gelene kadar, teknolojinin oldukça ilerlemiş olması lazım. Belki de 200 yıl sonra... E, eğer bu atık değerlendirme konusu çözülürse, kaynak tüketimi atıkların geri dönüşünden sağlanabilirse, o zaman bu gezegende barınabilmemiz için bir şans yakalayabiliriz belki de. O zaman, doğal hammedde kullanan imalat yerleri 1000'de 1 gibi bir orana düşer herhalde. Hatta, doğal kaynak kullanılan ürünlere ulaşım çok zorlaşır ve bu ürünlerin fiyatı korkunç derecede artar.

Ne olur bilemeyiz ama, dünyaya getirdiğimiz çocuklarımızı ve onların devam ettirecekleri soyların önünde gerçekten zor bir dönem olduğu ortada.

Not: Burada yazmış olduğum senaryolar gelecekle ilgili hayallerin ürünüdür. Yazdıklarımın deli saçması olduğunu düşünebilirsiniz; sadece aslını hiç bir zaman öğrenemeyeceğim için, bu konuyla ilgili atıp tutmakta sakınca görmüyorum, sizin de aynı rahatlıkla okumuş olmanızı dilerim.

Evla

13 Ocak 2013 Pazar

Büyüdükçe

Dünya o,
O büyüyor hergün canımın içi,
Hem de yaşlanmıyor bir türlü,
Benden de çok önce doğmuş
Ne ağrısı var ne sızısı
Peki ben?
Bak ben hala büyümedim,
Benim o kadar büyümeme de izin yok
Nasıl başederim ben onunla?
Ah bu benim canım...
Bizler küçük kaldık sanki hayatta, o bir dev, biz ise milyarlarca cüce arasında bir tanecik...
Bizler ufacık kaldık bu hayatta, toz zerresi kadar. Kimseler görmez, biz bilgisayarımızın başında, biz sokakta, biz kendi dünyamızda, biz susarız, biz ölürüz.
Kaç insanın sesi kalmış ki geriye? Bir de seslerin kaybolmadığını söylerler!
Canımın içi,
İnan bana birşeyler yapmak istedim
Güzel olsun istedim hep
İyi bir çocuk olayım istedim
Ama dünya çok büyüktü
Çok eskiydi...
Yıllanmış fotoğraflardaki donmuş karelere bakıp, orada olmayı isteriz, hangi zamanda yaşıyor olursak olalım. Bizim zamanımıza da özenecek mi acaba birileri tarafından, çok çok ileride?
Şimdi sen benim için üzülme
Bak, sakın üzülme
Böyle bu zaman,
Benim aklım almıyor işte
Doğdum ,büyüyorum ve öleceğim. Hepsi hepsi bu işte ...
Evla M.

İsveç - Vol 3

Canımın içi, sen bahsedince ben de fark ettim ki, İsveç yemeklerini hiç araştırmamışım. Ondan da bahsedeyim ve bugün İsveç'i kapatalım. (Bu yazı İsveç ile ilgili yazının üçüncü bölümüdür)

Bazı sitelerde, kendilerine has yemeklerinin olduğundan bahsetmişler, sonra da git hotdog ye, pancake ye demişler. Bu bölümü atlıyorum elbette. Bazı ilginç yemeklerden örnek vereyim:

  • Tuzlanmış Ringa Balığı yemeği: şarap, şeker, İsveç ruhlu sirke (Bunu yanlış çevirdim herhalde anlamadım!! ama Sweden spirit vinegar diyor?? ), baharat (yenibahar), defne yaprağı, dereotu ve soğan.
  • Zencefilli Piskövit : yöresel adı Pepparkakor. Malzemeler: Şurup, şeker, zencefil, tarçın, sarımsak (evet ya gerçekten sarımsak, İrlanda'da da sarımsak kullanırlarmış, İrlandalı bir arkadaş oradaki sarımsağın bir dişi ile Türkiye'deki sarımsağın bir başı aynı tadı veriyor demişti), margarin, un ve çırpılmış krem. Dikkatini çekerim, kurabiyeler sarımsaklı ve şekerli kardeşim.
  • Yengeç yemekleri, haşlamalar, kızartmalar, yöresel kepekli ekmekler...

İlginç bir yorum okudum. Demişler ki: "Kåldolmar adlı, içi doldurulmuş lahana rulolarından yiyebilirsiniz. Bu yiyeceği, XII. Kral Charles, neredeyse 300 yıl önce Türkiye'ye yaptığı bir keşif gezisinde görmüş ve ülkemize kazandırmış."
Tarifini de vermişler, içindeki malzemelere bakayım dedim:
  • 1 dl (½ cup) water
  • ½ dl (1/4 cup) white rice
  • 3 dl (1½cups) milk
  • 350 g(about 12 oz) ground beef
  • salt, white pepper, thyme
  • margarine or butter
  • 1 dl (½ cup) light cream
Gördüğün gibi, etli dolmaya krema, süt ilave etmişler.
Yunanlar da baklavaya deliler gibi tarçın koyar, bana sorarsan da baklavanın esas tadını kaçırırlardı. Gerçi, yine de gidip denemeye değer.

Yemek konusunu açmak pek kısmet olmadı canımın içi, farkındayım, bizim gibi çeşitte bol bir mutfağa sahip olmadıkları izlenimine kapıldım ister istemez. Artık onu da, internette yazan yorumlarla değil de, bizzat orada bulunup, kendilerine has yemeklerinin tadına baktıktan sonra tekrar düşünürüz.

Burada bir Stockholm Sendromu eksik kaldı, İsveç başlığının altında bu olaydan bahsetmezsek olmaz, lakin ben bu sendromu başka bir yazıya saklayacağım. O konunun heyecanı, yemek kokuları arasında boğulmasın.
Evla

10 Ocak 2013 Perşembe

"Yuh bana, deliremiyorum!"

" ....
-Yok ya ben deli değilim, yanlış anlamayın, yazık ki deli değilim!
-Hoppalaa
-İnsanların saçmalıklarına tahammül etmek için delirmek istiyorum, deliremiyorum!
-Delirme kardeşim, niye deliriyosun, otur buraya böyle!
-Çarşıya, pazara çıkıyorum, fiyatlara bakıyorm, herşey ateş pahası. Dar gelirli bir vatandaş, bu fiyatlarla nasıl başa çıksın be? Delirmek işten değil, allahallaaa, deliremiyorum!?
-Ya delirme kardeşim yaa, buyur otur!
-Televizyon seyrediyorum, radyo dinliyorum, gazete okuyorum, haberlere bakıyorum. Delirmek işten değil, yuh bana, deliremiyorum!!.. Dünyaya balıyorum, kan, kıyım, savaş... İnsanlar hergün birbirini öldürüyor, delirmek işten değil, allahallaaaa, deliremiyorum!?
-Burda delirme de, nerede delirirsen delir!"

Yukarıdaki konuşma, Metin Akpınar ve Zeki Alasya'nın oynadığı, Devekuşu Kabare'deki, Deliler oyunundan bir bölümde, bölümün adı Galaksi Taksi, geçmektedir.


Devekuşu kabare, 1967 yılında, İstanbul'da, Haldun Taner önderliğinde kurulmuş bir tiyatro topluluğudur. 1992 yılında da kapanmış.

2012 yılında, tekrar biraraya gelen Zeki ve Metin'in öncülüğünde, tekrar bir gösteri yapacaklardı, ancak söylenenlere göre Metin ve Zeki arasında anlaşmazlık çıkmış. 23 Nisan 2012'de gösterime gireceği duyurulmuştu, ancak proje Ağustos ayına sarkınca yapımcı Murat Yıldırım, gecikmeden kaynaklı maddi ve manevi zararı için dava açmış. Şu an işler ne aşamada bilemiyorum.

Galaksi Taksi video: https://www.youtube.com/watch?v=qZNh5HjexW4 (06:04)
Devekuşu Kabare (Dava konusu): http://mimesis-dergi.org/2012/06/devekusu-kabare-baslamadan-mahkemelik-oldu/

Evla

8 Ocak 2013 Salı

Gıda ve Reklamı

Gıdada amaç, her seferinde biz müşterilerin istediği ürünü aynı kalitede ve mümkün olan en ucuz fiyata satabilmek. Fiyatın düşün olması için de kaliteyi mümkün olduğunca az etkileyecek, ama mevcut bileşenin yerini tutacak farklı bileşenler bulmak gerekir.
Şeker, artık şurup olarak mısırdan elde ediliyor. Hatta şurubu bir kenara bırakın, kimyasallar kullanılıyor bir gıdaya tat vermek için, tatlandırıcılarla daha ucuza üretiliyor ürünleri.
Örneğin toz pudinglerde, nişastaya yüklenip diğer bileşenlerden kısarak, ürünü daha ucuz hale getirebiliyorsunuz. Mısır nişastası, genetiği değiştirilmiş bir gıdadır, ucuzdur.
Örneğin domates salçasında, piyasada son tüketiciye satılamayan ezik, çürük domatesleri kullanarak maliyeti azaltabiliyorsunuz. O yüzden, ev salçaları, hem tuzlu olduklarından hem de hammadde kalitesi yüksek olduğundan daha uzun süre dayanır. (Ev salçası yemek de risklidir, içinde ölümcül bir mikroorganizmanın toksinleri (zehri) bulunabilir, ama ticari salçalarda bu risk yoktur.)
Örneğin siyah zeytin üretirken, salamura olması için beklememek için kimyasalları kullanıp zeytin siyahlaştırılır. Bu işlem 4 saat kadar sürer; evde haftalar alır, işletmede saatler.
Örneğin, zencefil tozu olarak sattığınız ürünün içine leblebi tozu koyulur, ürün maliyeti ucuzlar, ama satış fiyatı aynı kalır. Toz biber yerine kiremit tozu almaktansa, zencefil yerine leblebi tozu tüketmek daha iyidir diye seviniriz sonra biz.
Zeytin yağı yerine, ne olduğu belli omayan ancak en nihayetinde yağ olan bileşenler kullanılır.
Başka bir yöntem de, ürünün kalitesini arttıracak kimyasallar veya bizlerin gözünü boyayacak reklamlar kullanarak, ürünü daha da pahalıya satmaktır.
Örneğin esmer şekerin, daha az işlem görmesine rağmen, beyaz şekerden daha pahalıya satılır.
Mevyeli sodalarda, doğal mineral suyunun içine istediğiniz meyvenin aromasını (tamamen kimyasal olanından) koyup, üründe o meyvenin özü varmış gibi düşünelim diye renklendirici katılır.
Çocuklara satılan meyveli kakaolu sütlerde de yine aroma ve renklendirici kullanılır.
Meyve sularına şeker ilave edilir, hatta belki tatlandırıcı konulur.
Bir gün, şu toz cappucino, latte, sütlü kahve ürünlerinde neler var bir bakın. İlla ki orada yazılı kimyasalların işlevlerini bilmemiz gerekmiyor. Süt normalde sıvı formdadır ve o paketlere girebilmesi için toz hale getirilmektedir. Orada okuyacağınız bileşenler de sütün bileşenleri, aromalar, toz haldeki ürünün topaklanmasını önleyen kimyasallar vb. den oluşmaktadır.
Reklam.. işin sırrı reklamdadır. Kanserojen olsa da tav oluruz biz reklamlardaki ürüne, sorgulamadan alırız. Hadi biz bilemedik, satın aldık, canımız çekti, çocuğumuz istedi neyse; ya bu işi yapan firmalar? İnsan sağlığına değer veren bir birey, göz göre göre bu sağlıksız ürünlerin imalatını gerçekleştirebilir mi?
Eee, işin ucunda bizim cebimizdeki paralar var elbette; düşünmeye, sorgulamaya ne gerek!
Benim fikrim şudur, gıdalarla ilgili reklamlar toptan yasaklanmalıdır, gıda ticari çıkar uğruna kullanılmamalıdır; çünkü gıdalar sağlıkla doğrudan ilişkilidir.
Sadece organik ürünlerin reklamı yapılabilsin, bilmem hangi köydeki bilmem hangi teyzemin, devlet kontrolünde ürettiği tandır ekmeğini görelim televizyonlarda mesela.
Çocuklar şekerlemeleri görünce annelerinin, babalarının paçalarına yapışmasınlar da; Hatce Ana'nın köy peynirine özensinler, ne olur yani?

Evla

İskandinav Mitolojisi

Bu konuya, Tanrıların ölümlü olmasına şaşırarak başlıyorum, umarım herkes için ilgi çekici bir yazı olur.
Tanımlar / Terimler:
İskandinavya: Danimarka, İsveç, Norveç (bu arada Norveç'in ekonomisi şahane olduğu için Norveç Avrupa Birliği'ni reddetmiş, düşene yüz vermiyor adamlar :) ), Finlandiya, İzlanda, Faroe Adaları (Mükemmel güzel, yemyeşil ülke), Grönland ve Aland (2012 yılında işsizlik oranı %1.8 olan imkansızlıklar ülkesi) ülkelerinden oluşan alan.
Nors: İskandinav mitolojilerine verilen ad.
Nifleheim: Sisli / karanlık / donuk dünya veya ev olarak tercüme ediliyor.
Ymir: Dünya'nın yaratılmasına sebep veya kaynak olan varlık
Odin - Vili - Ve : İlk tanrılardır.
Pantheon: Tanrıların bütününe verilen ad. Bazı durumlarda tanrıların yaşadığı tapınak anlamında da kullanılıyor.
Asgard: dokuz gezegenden biridir, burada tanrıların yaşadığına inanılır.
Ask ve Embla : Bunlar, Odin-Vili-Ve üçlüsünün yarattığı ilk insan çifti imiş. Odin bunlara ruh ve hayat; Vili dokunma duyusu ve akıl; Ve ise konuşma duyma işitme duyularını ve yüzlerini vermiş. (YORUM: Burada dokunma duyusunu; görme, işitme ve konuşmadan ayrı tutmaları ilginç olmuş, onlar için daha önemli bir yeri varmış belli ki..)
Valkür: (Valkyrie) Odin'in yanında savaşa katılan büyüleyici bakire kadınlar. Savaş sırasında bir kısmı ölüyor. Bunlar bazı mitlerde tanrıların ve insanların sevgilileri olarak da geçiyor. At ve kuğuyla bağlantılılar (at üzerinde resmedilmişler mesela).
Elfler: Dark ve Light olarak ikiye ayrılıyorlar. Elf kelimesi Türkçe'ye peri olarak çevrilmiş.
Aesir - Vanir: Tanrılardan oluşan iki farklı grup, iki farklı pantheon.
Odin'in kuzgunları: Bu Odin'in iki tane kuzgunu varmış, biri Hugin (düşünce), diğeri Munin (hafıza). Bu kuzgunlar dünyanın her yerine girer, haberleri Odin'e götürürmüş. Vikingler'de bu sebeple kuzgunların kehanet kuşları olduğuna inanırlarmış,kuzgun gelip bir evin penceresinde öterse, o kişinin öleceğine inanırlarmış.
Mitolojinin evrenin yaradılışını açıklaması:
Dünya'dan önce Niffleheim vardı. bir inanışa göre, Niffleheim 9 gezengenden biriydi, başka bir inanışta ise dünyanın kuzeyinde yer alıyordu. Burada 11 adet ölüm nehri akıyordu.
Daha sonra devlerin koruduğu bir yer olan Muspell oluştu. Buradan devler Niffleheim'in donan nehirlerine kıvılcımlar gönderdiler ve nehirler akmaya başladı. Bu sebeple Muspell zamanın bitişi anlamını taşıyor. Bu nehrin damlalarıyla Ymir (bir yerde dev olduğu yazzılıydı) doğdu.
Tanrılar, o zaman Dünya'yı yaratmaya karar kılmışlar ve Ymir'in kanından oknayusları ve diğer uzuvlarından da faydalanmak suretiyle nihayetinde Dünya'yı oluşturmuşlar.
İlk yaratılmış olan Buri (bu bir erkek midir yoksa hem erkek hem de kadın için mi kullanılmış bir tanımdır bilmiyorum)'nin oğlu, Devin kızıyla (Bolthor) evlenir, bunların bir de oğlu olur, adı Bor.
Bu Bor'da başka bir devin kızıyla (Bestla adında bir dev kız) evlenmiş. Bunların da 3 oğlu olmuş (kimse kız yapmıyorken bu doğurganlık nereden gelmiş bilemiyoruz.), bu oğlanların adı Odin , Vili , Ve. Burada anlaşılamaz bir durum var, şu ana kadar bu karakterlerin dev mi insan mı tanrı mı olduğu konusunda çelikşkili yazılar var Didemciğim, ancak ortak bir nokta var ki, bu üçlü hep birlikte anılıyor çünkü ilk tanrılar bunlarmış. Bu ilk Tanrılar da Ymir 'i Tanrı düşmanı ilan ederek öldürüyorlar. ( YORUM: Ymir bir insan, bir tanrı bile değil, hatta belki de cinsiyetsizdi. Tanrılar ise güçleniyorlardı ve kendilerini yaratanı ortadan kaldırmak onları daha güçlü kılacaktı. Bir evladın annesini öldürmesi gibi, yaratıldıkları özü öldürdüler. Bu durum o dönemin halkı arasındaki güç savaşlarını simgeliyordur belki de..)
Kutsal Ağaç:
Bir de kutsal ağaç var (Yggdrasil), ona da değinelim: Bu üç kardeş, bütün maharetlerini bir ağaçta topluyorlar. "Ağacın altındaki dişi" olarak tarif edilen kader kuyusunda insan yaşamının yönü belirleniyor. Bir başka inanışa göre tanrılar meclisi bu ağacın etrafında topluyorlar.
Demişler ki ağaç üç kökten destek almaktadır; köklerden biri yeraltı dünyasına uzanır (Hel), diğeri buz devlerinin dünyasına ve sonuncusu da insan varlıklarının dünyasına uzanırmış.
Başka bir yerde de diyorlar bu bu ağaçlar iki taneymiş, bunlar düşünebilen, konuşabilen, nefes alabilen ağaçlarmış (hatırlayalım: yüzüklerin efendisi). bunlardan birisi erkek (adı Askr)(ash tree → kül ağacı), birisi de dişi (Adı Embla (Sarmaşık)) mış.
Başka bir yerde de diyor ki, dünya bu ağacın üzerindeymiş.
Mitoloji işte, farklı kaynaklar farklı şekilde yazmışlar.
Tanrılar, Tanrıçalar ve karakterleri:
  • Odin: Adının anlamı "heyecan, heves ve şiir" olarak geçiyor. Odin, Yunan Mitlojisindeki Zeus gibi pek çok alanla ilgili büyük bir tanrıymış: savaş, barış, zafer, ölüm, büyü, şiir gibi alanların tanrısıymış. Çok fazla çocuğu olmuş, bunlardan en önemlisi ise Thor'muş.
  • Thor: Çekiç taşıyan, ışıkla, fırtınalarla, insanlığın korunmasıyla, şifayla ve gübreyle ilişkili bir tanrıymış. Çekicini iki cüce yapmış, onlar çekici yaparken Thor sinek olup bunları sokmuş, o yüzden cüceler hata yaparak baltanın sapını kısa bırakmışlar :) Ayrıca altın bir kemeri vardır ki bu kemer de onun gücünü kat be kat arttırmaktaymış. "Altın saçlı tanrıça Sif" ile evlenmiş (YORUM: Neden hiç "kömür saçlı tanrıça" terimiyle karşılaşmıyoruz, kömür de bi maden değil mi?!)
  • Frigg: Odin'in eşlerinden biri olduğu söyleniyor. Bir anne ve bir kraliçedir. Thor'un üvey annesi, Baldr'ın ise öz annesidir.
  • Baldr: Bu tanrının yeryüzündeki en güzel gemiye sahip olduğu söylenir. Bu gemi, dünyadaki her yerden daha güzelmiş. Baldr Loki tarafından öldürülünce, tanrılar Baldr'ın bedenini deniz kenarına götürmüşler oradan da huzur içinde yatması için gemisine sermişler. Bir dev gemiyi hareket ettirmiş, Thor fırtınalar çıkarmış, sonra da gemiyi yakmışlar Baldr'la birlikte. (Ölülerin yakılması eskilere dayanıyormuş kardeşim. )
  • Tyr: Zafer, savaş tanrısıdır.
  • Freyr: İsveç Kraliyet Binası'nda bu tanrının heykeli bulunuoyr. Kendisi gübre, tarım ve hava tanrısı.
  • Njöror: Deniz tanrısı, Freyr ve freyja'nın babasıdır.
  • Freyja: Aşk ve güzellik tanrıçası. (sarı saçlı ve denizin içinde resmedilmiş)
  • Idunn: Gençlik Tanrıçası. Bir tanrı ölümsüz olmak için sadece bir Idunn'un sunduğu elmadan yemeliymiş. YORUM: Dikkatini çekerim, ölümsüzlük bir kadının elinde :) Tabi, ölümsüzlük derken Ragnarok'a kadar demek istiyoruz. Ragnarok: Karanlığın Tanrılarının savaşı (Kıyamet)
  • Loki: düzenbazlık, yaramazlık, sorun ve ateş tanrısı
Aesir - Vanir Savaşı:
Aesir'de Odin, Frigg, Thor, Baldr ve Tyr gibi önemli tanrılar var. Vanir'de ise Njöror, Freyr ve Freyja var. Bu savaş sonucunda tanrıların dünyası bir olmuş, tek bir pantheon olmuşlar.
Yüzüklerin Efendisi, Paganizm, Almanya ve Nors bağlantısı:
Didemciğim Nors mitolojilerinde: tanrılar, elfler, cüceler, devler, canavarlar, insanlar, valkürler gibi farklı yaratıklar var. bu haliyle Yüzüklerin Efendisi ve diğer bir çok fantastik kitapta yaratılan dünyayla ilgili çağrışımlar çoğunlukla İskandinav Mitolojisinden geliyormuş. (Hep merak ederdim elfler ne ayak diye, nereden gelir insanların aklına bu kadar çok karakter diye..) Hatta bu konuyla ilgili bir sitede şöyle bir yorum yapılmış "Yazar Tolkien’in Orta Dünya (Middle Earth) adı, İskandinav mitolojisindeki dokuz dünyadan insanlara ait olan Midgard’dan esinlenilerek yaratılmış. Cüceleri yaratan Äule, demirciler tanrısı balta kullanan Thor’la önemli benzerlikler taşıyor. Tolkien’in kullandığı çoğu cüce adı ve bunların yanında Gandalf da İskandinav mitolojisi kökenli. Ayrıca Gandalf’ın tanrı Odin ile kimi benzerlikler taşıdığı görülüyor."
Bu arada, Alman mitolojisiyle İskandinav mitolojisi içiçe geçmiş durumda, neredeyse aynılar. Bazı konularda esas kaynak Almanya iken, bazılarında İskandinav ülkeleri..
Paganizm ise bu mitolojilerden beslenirmiş. İskandinav mitolojisiyle paganizm arasında mükemmel bir bağlantı varmış. (Aklıma, fantastik kitap yazarlarının pagan olma ihtimalı geldi..)
Paganizm'i bir başka araştırma konusu olarak ayırıyorum öyleyse.
KAPANIŞ:
Bu konuyu üç gündür araştırıyor olmam ve konunun derinleştikçe derinleşmesi sebebiyle bu aşamada bırakıyorum, o kadar çok olay var ki internette (o sivrisinek çekiç olayı gibi), onların hepsini toplamak mümkün değil, zaten inanılmaz bir çelişki var aralarında doğal olarak. Paganizmle ilgili bilgi vermesi açısından işimize yarayabilir.
Evla

7 Ocak 2013 Pazartesi

Stanford Hapishanesi Deneyi

Canımın içi, bu deney gerçekten çok ilgimi çekti, Cansu sağolsun, konuyu ondan duydum..Deneye olan saygımdan yorum içeren bir kelime koymamaya çalıştım, mümkün olduğunca Türkçe'ye çevirip bıraktım.
1971'de, Stanford Üniversitesi'nde yapılan bir deney bu. Deneyin kurucusu Philip Zimbardo.Amaç: Mahkum ve gardiyan arasındaki ilişkiyi incelemek. Zimbardo deney amacıyla ilgili sorulan bir soruya şu şekilde cevap vermiş: " Psikolojik ve fizyolojik olarak sağlıklı çocukların, hapishane benzeri bir ortama gireceklerini ve bazı sivil haklarından vazgeçeceklerini tasavvur edin. Bu iyi insanlar, kötülerin arasına ve kötü bir yere konulduklarında, iyilik mi galip gelir?"
Yöntem: CanlandırmaUygulama: Araştırmacılar, Stanford Üniversitesi Psikoloji binasının bodrumunda sahte bir hapishane oluşturdular. 24 tane lisans öğrencisi, bir kısmı mahkum, bir kısmı gardiyan olmak üzere seçildi. Bu seçilen öğrencilerin sabıka kaydının temiz olduğuna, herhangi bi sorunlu psikolojik geçmişi olmadığına bakılmış. Bu deney süresince de katılımcılara günlük 15 dolar alacakları söylenmiş.Oluşturdukları hapishane hücrelerinde 3 mahkum kalıyor. Hücrelerin dışında bir gardiyan odası, güvenlik ve hapishane bahçesini temsilen bir oda ayrılmış.Öğrencilerin içinden rastgele seçilen mahkumlar, günün 24 saatini bodrum katındaki hücrelerinde geçirmişler. Gardiyanlar ise 3 vardiyalı oldukları için 8 saat çalışıp normal hayatlarna, evlerine geri dönüyorlarmış.Araştırmacılarda içeriye gizli kameraler ve mikrofonlar koymuşlar.
Deneyin 14 gün sürmesi planlanmış.
Sonuçlar:
6. günden itibaren, gardiyanlar şiddet eğilimi göstermeye başlamışlar, mahkumlarda da gerginlik başlamış. Gardiyanların baskısı arttıkça, mahkumlar pasifleşmeye başlamışlar.
5 mahkum, ağlama krizleri ve akut anksiyete gösterdikleri için deneyden erken çıkarılmışlar.
Deneyi yapan araştırmacılar da, öğrenciler arasındaki duruma çaresiz kalmışlar ve öngörülerini kaybetmişler, deneyin nerelere varabileceğini kestirememişler. Zimbardo, hapishane müdürü rolündeymiş, olaya müdahale etmemiş; ta ki Christina Maslach adındaki bir öğrenci deney koşullarına itiraz edinceye kadar.
Zimbardo, "The Lucifer Effect" (Lucifer etkisi) adlı kitabında konuyla ilgili şöyle bir yorum yapmış : " Sadece çok az bir insan; içinde bulundukları durumun baskınlığına ve yönlenndirmesine boyun eğmeye direnebilir ve aynı zamanda ahlaki değerlerine sadık olmaya devam edebilir. Açıkcası, ben o soylu insanların olduğu sınıfta değildim."
Yorumlar: Zimbardo ve arkadaşları, bu deney sayesinde, insanların içinde bulundukları durumun, onların davranışlarını ne kadar etkilerdiğini göstermektedir. Çünkü gardiyanlar güç temsilciliği rolünü alırken, günlük yaşamlarında yapmayacakları şekilde, güçlerini kanıtlayacak tavırlar içine girdiler. Mahkumlar da gerçekte hiç bir kontrole sahip olmadıkları bir rol aldılar ve pasif ve depresif tavır içine girdiler.
Eleştiriler: Bu deney, bilim dünyası tarafından, etik olmamakla suçlanmaktadır. Zimbardo da bu durumu doğrular şekilde " Deneyi, planladığımızın 1 hafta öncesinde bitirmemize rağmen, deneyi yeteri kadar erken bitiremedik." diyor.
Bana en ilginç gelen bölüm, Zimbardo'nun bu deneyi, Lucifer in melekten şeytana dönüşümünü açıklamak için kullanmasıdır. İyinin, bazı koşullarda ve otoritenin varlığında kötü olabileceğini söylüyor, dolyısıyla insanlar da iyi veya kötü olarak sınıflandırılmamalıdır, çünkü duruma göre davranmaktadırlar diyor.
Canımın içi, bu deneyle ilgili çekilen bir fillm var, http://www.imdb.com/title/tt0997152/ linkinde, 2010 yapımı.
Zimbardo, bugün (07 Ocak 2013) hala yaşıyor, Amerika'da ve 79 yaşında.

Evla

Sevginin Muhattabı Değiştikçe

Başlamadan önce, şunu belirtmem gerekir ki, bu içeriğin temellerini babamın görüşüne dayanarak yazacağım. Bu konuya bakış açımı değiştiren kişi odur.
Bazılarımıza göre, bir insana, bir hayvana ve bir nesneye duyulan sevgi arasında bir kıyaslama yapmak aptalca olabilir; ancak bu duygunun kaynağı aynıdır ve bu konu da sorgulanması faydalı bir konudur.
Ne insan, ne hayvan ne de bir nesneye duyulan sevgiyi tanımlamam mümkün değil; yine de, sevginin nesnesi değiştikçe, bizim tutumlarımızda da bazı değişiklikler oluyor, ben de bu farklılıklar üzerinden bir yazı yazacağım.
Bir insanı sevdiğinizde, o sizi sevmeyebilir. Bir hayvanı sevdiğinizde ise, o hayvan en azından size bağlılık duyar; çünkü yemeğini suyunu sizden alır, hayati öğelerin kaynağı sizin elinizdedir ve o da sizin elinize bakmaktadır. Daha ilginci, bir eşyayı sevdiğinizde, onun size olan duyguları tamamen sizin hayal gücünüzle şekillenir.
İnsan kendi ihtiyaçlarını kendisi karşılayabilecek özelliklere sahiptir, ancak bazen birilerine muhtaç olabilir. Bu da ekonomik anlamdadır genelde, çünkü parası olduğunda, diğer ihtiyaçlarını karşılayabileceği kaynaklara ulaşabilir. Ne var ki, evimizdeki hayvanların böyle bir şansı yoktur. Siz onların doyuranı, temizleyeni, çiftleştireni olursunuz. Siz onların, tabiri caizse, Tanrısı olursunuz.
Sonuç olarak, insanla hayvanı kıyasladığımızda, sevginin bağlı olduğu kriterler farklıdır ve hepimizin anlayacağı gibi, insan sevmek / insan tarafından sevilmek, hayvan sevgisiyle kıyaslandığında çok daha meşakkatlidir.
Daha ötesinde, eşya sevgisi bambaşka boyutlara ulaşır. Örneğin evimizi, telefonumuzu, arabamızı, bilgisayarımızı severiz, onu koruruz, yıpranmasın, tozlanmasın diye onu temizleriz. Bu nesnelerle o kadar özdeşleşiriz ki, onlar bizi temsil eden birer parça olurlar. Bu konu benlik sunumunda da geçmişti bu yüzden ayrıntılarına girmeyeceğim. Esasında anlatmak istediğim şudur; nesneyi sevmenin, hayvan sevgisine kıyasla oldukça kolay olduğu aşikardır. O nesneye emek harcarsınız ve verdiğinizi olduğu gibi alırsınız; ama hayvan öyle midir ya? Peki ya insan?
Bir kadın düşünün, bekar veya dul, yalnız, yaşı da 50'nin üzerinde olsun; evi kedilerle, köpeklerle dolu.
Bir insan düşünün, yalnız yaşıyor, sevdiği insanları kaybetmiş, belki de hiç sevememiş bir insanı, ama işine tapıyor.
Öyle birisini düşünün ki, insanların çiğliğinden, bencilliğinden bıkmış, sevemiyor onları; bir küçük evi var, terasında beslediği güvercinlerle nefes alıyor.
Bir kişi, kuralcı, herşey istediği gibi olsun istiyor, ama insanlar yeterince itaatkar değil.
Yazdıklarım hoşunuza gitmedi belki, ancak sonuçta burada yazılanları onaylamasanız da, farklı açılardan bakabilmek, hepimize iyi gelir.
Bir çocuk düşünün, kapkara ten rengi, kömür karası saçları, bir erkek çocuk, çöp kutusuna yaslanmış, kendisine benzer, üstü başı pislik içinde bir arkadaşıyla birlikte, öylece etrafa bakıyorlar. Onları tehdit unsuru olarak gördüğümüz, veya onlara baktığımız an, üstlerindeki kirden tiksinmemiz ne kadar da büyük bir olasılıktır, öyle değil mi?
Niyetim kimseyi suçlamak değil; bazen kendimi suçluyorum ama, hedefim siz değilsiniz. Hem bu sevgisizliğe sebep olan da, yine biz insanoğlunun bencilliği değil mi ki? Bütün bir insanlığı suçlayamayız ya?
Sorun, toplum olarak, hatta dünya vatandaşlarının baskın bir kesmi olarak, bu duygumuzla başedemeyecek kadar, genel yapının içine harmanlanmış olmamızda bence.

Evla