19 Ocak 2017 Perşembe

Nerede bu keyif?

Galiba insan; kutsal, heyecan verici, onu zihinsel olarak bambaşka yerlere götürecek duygunun ve düşüncenin peşinden gidiyor. Bahsettiğim bu keyif de, hiç bir şey yapmadan yan yatayım keyfi değil, tam tersi, bir şeylerin peşindeyken seni o şeyi iyi yapmaya iten bir keyif, hayat anlamlı haldeyken hissedilen bir keyif...

Mesela, bir çift sevgili bu keyfi bulsa, ortalıkta huşu içinde gezinse: Onların birarada yaşadığını ve bundan da keyif aldıklarını gören diğerleri de bunu aramaz mı?

Ama birliktelik de yetmez genellikle o keyfi bulmaya, çünkü oradan gelen keyif geçicidir, sadece bir ilişkiye, uyuşturucuya, alkole dayanarak o keyif sürekli alınamaz. Keyif vermeyecek eşin, keyfi satın alabilecek kadar para kazanması da yeterli olmaz.

Bir de geri planda, bize hayatı dar eden, boğazımıza yapışan bir baskı vardır, bize doğruyu-yanlışı direten, bizi sürekli yargılayan bir baskı. Onun o kadar içindeyizdir ki, çoğu zaman varlığını fark edemeyiz bile. Bu baskı altında, o keyfi görmez gözümüz.

Belki de keyif, çaresizliğimizi, aslında etkisiz eleman olarak bu hayatı terk edeceğimizi anlamaktadır?
Bilmiyorum ki...

Onu Bulmak - 1



Balkondan dışarı bakıyordum. Sanırım o zamanlar gerçekten yalnız kalabildiğim tek yer balkondu, saatlerce denize ve insanlara bakıyordum ve kimsenin ilgisini çekmiyordum. Kışın balkonda olmak çok heyecanlı olmuyordu ama yazın denize girenler, sahilde eğlenenler olduğunda, tam bir karmaşaya dönüşüyordu manzara. İşte o karmaşık yaz günlerinden birindeydim o gün de. Sabahın erken saatlerinde çıkmıştım balkona.
Annem her zaman olduğu gibi, en şık kıyafetlerini giyinip işe gitmişti, soğuk bir ifadeyle. Onu hazırlanırken izlemek ilginç geliyordu sanırım, hep bir köşede durup onu izliyordum. Galiba onu anlamaya çalışıyordum, ama kıyısından bile geçemediğimi şimdi fark ediyorum. Annem o kadar soğuk ve o kadar pürüzsüzdü ki... Hele akşam yemeklerine çıktığında izlemesi daha heyecanlıydı, simli parlak kıyafetler, altın saçlarının renginde altın küpeler, kolyeler takardı. Babamla birlikte yaşıyorlarken de bu kadar gösterişli miydi bilmiyorum. Ama onu, giyiminin en ince detaylarıyla ilgilenirken gördüğümde, bir film yıldızına benzetirdim onu, erkeklerin onun peşinde koştuğunu düşünürdüm. Annem gelen tekliflere karşılık veriyor muydu, hala bilmiyorum. Tek bildiğim babamın her türlü sorusuna ve ilgisine karşı inanılmaz acımasız olduğuydu.
Belki de bu sebeplerle, evin içindeki hayatım da buz gibi soğuktu ve balkona çıkıp etrafı izlemek, insanları incelemek, onları anlamaya çalışmak beni mutlu ediyordu. O gün de balkondaydım işte, bu sefer yeni taşındığımız evimizin balkonundaydım. Israrlarım sayesinde, yine deniz kenarındaydık, sadece bu sefer daha da yüksekten bakıyordum denize. Taşınalı sanırım bir ay kadar olmuştu.
Evde, bir önceki gece bizde kalan arkadaşım Ezele vardı. Annesine çok yakarınca, annesinin de yolu bizim yeni evimize taraf düşünce, geçerken bize bırakmıştı Ezele'yi. Dün gece o kadar çok eğlenmiştik ki, annemin eşyalarını karıştırıp, kendimizi büyük kadınlara benzetmiştik. Uzun zamandan beri o kadar eğlenmemiştim. Tabi annem işten döndüğünde her zamanki gibi sinirliydi ve benimle uzun uzun o soğuk konuşmasını yapmıştı. Ancak bu tür zamanlarda ben kendimi balkona çıkmış gibi düşünürdüm, dışarıyı hayal eder ve kendimce mutlu olurdum, böylece annemin soğukluğu bir şekilde beni es geçerdi.
Sabah Ezele benim kadar erken uyanamamıştı. Ben usulca balkona çıkmış, denize, denizin ötesindeki uzaklara bakınıyordum. O zamandan beri, ne kadar uzağa bakarsam, o kadar uzaklaştığımı düşünürüm şu anın anlamsızlığından. O gün de her zamanki gibi çenemi balkon demirlerine yapıştırmış, kollarımı da demirlerin üzerine sermiştim. Denizde birileri vardı, iskelede ise kimse yoktu. Boş iskeleye takılmışken gözlerim, bir an iskelenin yanı başında kocaman bir kuyruk görür gibi oldum, gözlerimi kıstım, sonra gözlerimi olabildiğince açtım, sonra balkondan iyice sarktım. Bu eve taşınalı uzun zaman olmamıştı ama büyük kuyruklu balıkların her yerde görülmediğini biliyordum. Ama evet! Bir daha gördüm, bir balina kuyruğuydu bu, evet inanılmaz büyük bir balina vardı denizde! Yüzdüğünü sanmıyordum çünkü hareket etmiyordu, ne ileri ne geri gidiyordu. Sonra daha ilginç bir şey fark ettim, çok yakınında siyah tişörtü ve şalvarı ile denize girmiş, bembeyaz bir yüzü olan bir teyze vardı, annemin görünce çok sinirlendiği türden bir kadın. Beyaz yüzlü teyze balinanın resmen yanı başındaydı, ve korkmuş gibi de görünmüyordu. Veya acaba balinayı görememiş miydi? Teyze belli ki yüzemiyordu çünkü göğüs hizasına kadar suya girebilmişti, belki de kaçamıyordu. Ve işte yanında siyah bir karartı! Balina siyaha ve sonra deniz rengine dönüşüyordu, uzaktan bakınca bana küçülüyor veya batıyormuş gibi geldi. Dikkatlice izliyordum, ama artık kesin olarak seçemiyordum. Bir an sonra balina sanırım bir yerlere gitti, takip edemediğim bir şeyler oldu biliyordum. Hemen ardından daha ilginç bir şey oldu, balinanın kaybolduğu yerin yakınlarında bir çocuk belirdi! Balina artık görünmüyordu ama, çocuk ve teyze işte oradaydılar. Bir an bağırsam sesimi duyurabilir miyim diye düşündüm, ama annem birilerine uzaktan bağırmamı hiç sevmezdi, ucuz bulurdu. Ben de sustum ve izledim. Artık çocuk ve teyze sudan yavaş yavaş çıkıyor, karaya doğru yüzmeye çalışıyorlardı. Çocuğun o teyzenin oğlu olduğunu düşünmüştüm çünkü onun gibi kiloluydu ve beyaz donuyla denize girmişti. Annem onları görse sünepe derdi, ne demek olduğunu anlayamıyordum ama işte aklımda bu söz yankılanıyordu.
Ben olanları anlamaya çalışırken ve hala balinayı ararken, Ezele arkamdan yaklaştı, bana dokunmasıyla ben havaya zıplamıştım. Yarım saattir evde dolaştığını, beni bulamadığını, evden gittiğimi zannettiği söyleyip duruyordu. Biraz sitemle neden onu uyandırmadığımı soruyordu, ama benim ona cevap verecek halim yoktu.
"Balina!" dedim en sonunda. Ezele sersem sersem yüzüme bakıyordu. Yutkundum, kendime geldim ve hemen "Balina gördüm, tam şu taşların yanında! Gördün mü? Bak bir iskele var, o uzun olan yer, o iskele. Onun sağına bak şimdi, orada taşlar var hani. İşte onun hemen sağı!" dedim.
"Nasıl yani, Balina mı var burada?" dedi.
"Gördün mü? İşte o gösterdiğim taşların hemen sağında gördüm, bak şimdi kadın ve çocuk çıkıyor ya denizden, işte onlar da oradaydı tam. Kocaman bir balinaydı inanamazsın! Kooooocamaaan!"
Ezele'nin sessiz kalmasından anlamıştım ki balina gördüğüme pek ihtimal vermemişti.
"Hadi aşağıya inelim! Yakından bakarız" dedim. Pijamalarımızı hızlıca değiştirip, koşarak asansöre bindik, aşağıya indik ve sahile doğru yöneldik.
Tam da o teyze ve çocuğun olduğu yere doğru gidiyorduk.
"İşte bak orada, o kadın!" dedim kulağına eğilerek. Ezele şaşkın şaşkın etrafa bakıyordu.
"Siyah tişörtü var, gördün mü? Bak işte yanında da o çocuk! Geliyorlar, çaktırma!" dedim.
Çocuğu görünce bütün dikkatimi ona verdim, bir gariplik, farklılık arıyordum. Tombul bir kafası ve sıradan bir yüzü vardı. Altına bu sefer siyah bir şort giymişti, üstünde ise sadece şişman göbeğini görüyorduk, belli ki biz aşağıya inene kadar üstünü değiştirmişti, ama ben yine de tanıdım tabi ki. İlkokula giden şişman çocuklara benziyordu. Benim ona baktığımı görmemişti, veya belki de umurunda değildi. Annesi de hemen ardından tombul göbeğini sallaya sallaya geliyordu. Sanki her şey çok normaldi. Onlara doğru yaklaştık ve çocuk beni fark eder etmez kafamı çevirdim. Ezele'nin kolundan tuttum ve onlara sırtımızı dönerek uzak bir tarafa doğru hızlı adımlarla sürüklendik. Ezele hala şaşkındı, ancak arkadaşlığımız da böyleydi işte. Benden iki yaş küçük olması sebebiyle mi bilmiyorum, genelde beni hayretler içinde dinler, hep benimle birlikte hareket ederdi. O yüzden onun arkadaşlığından hiç sıkılmazdım.
"Gördün mü? İşte o çocuktu!" dedim Ezele'ye.
"Anlamadım" dedi hala şakındı, "O çocuğun nesi var, çocuktu işte?" dedi.
"Bak şimdi dinle beni, bence o çocuk balinanın kendisiydi! Biliyorum çok garip geliyor ama, balinayı gördüğüme eminim, ve sonra bir anda kaybettim onu, ve ben etrafa bakarken, bir anda o çocuk ortaya çıktı!"
"Balina yüzüp gitmiş olamaz mı? Veya denizin dibine inmiştir?"
"Bunu ben de düşündüm. Balina batmış olabilir. Ama o çocuk balina varken yoktu, balina gidince ise var oldu. Hem balina oradayken, bu teyze neden balinadan korkmadı? Onun yakınlarında duruyordu. Tıpkı şimdi o çocuğun yakınında durması gibi."
"Balinayı görmemiş olabilir mi?"
"Ama balina o kadar yakınındaydı ki! Çoook çook yakınındaydı, anlıyor musun? Hemde kocamandı Ezele! Görmemiş olamaz, görmüş olmalı!" dedim.
Ezele bir an düşündü, sanırım bu durumu benim hep yaptığım çılgınlıklarımdan biri olarak kabul etmişti.
"Pekala" dedi, "O halde izleyelim onları. Eğer çocuk balinaysa, bir kuyruğu da olmalı değil mi?"
"Evet, kesinlikle kocaman bir kuyruğu vardı. Ama denizden çıktıktan sonra kuyruğu yoktu, hemen yanımızdan geçtiler sen de gördün! Bence başka bir şey olmalı. Belki de..." tam o sırada arkama bakmıştım, kadın ve çocuğu tekrar görebilmek için. Elbete gitmişlerdi, bu onları daha da gizemli hale getiriyordu. Gitmişlerdi.
Günün kalanında olanları konuşmak için Ali'nin Yeri dedikleri çay bahçesinde oturduk. Gazlı içecekleri annem yasaklamıştı, bu yüzden çay meyve suyu, limonata... kalan bütün seçenekleri içtik. Paramız vardı, ve eğer isteseydik evde annemin altınları vardı, onlarla da istediğimiz içeceği alabileceğimizi biliyordum.
Olanları tekrar tekrar konuşmamıza ve türlü senaryolar yazmamıza rağmen, kesin bir sonuca ulaşamamıştık. Günün kalanında, biraz da denize girip olay yerini incelemiş, sonra da iskeleden atlamak ve tekrar tekrar yüzmek suretiyle, günü akşam etmiştik. Bütün bir gün gözüm denizdeydi, balinadaydı, ancak ondan hiç bir iz yoktu.
Annem akşam işten döndüğünde bizi televizyon karşısında Kayıp Balık Nemo'yu izlerken bulmuştu. Elbette balıklarla ilgili bir film izlemeliydik, çünkü her ne kadar farklı şeyler yapıyor olsak da ikimizin de aklı oradaydı. Annem, o soğuk kıyafetlerini çıkartıp yine özel iş akşam yemeği için başka şık kıyafetlerini giyinmek üzere yatak odasına giderken, aklımda gizli planlar şekilleniyordu. Nemo'yu aramaya çıkmak gibi bir şeydi bu, onu bulmalıydık. Hemen çıkıp etrafı gözlemeliydik, ya gece yarısı kimse görmeden gelirse, ya o karanlık gövdesi... denizin dibinden gider... dalgıç kıyafetlerimiz olsaydı...Televizyonun sesi, annemin telefonda işle ilgili sinirli konuşmaları ve benim planlarım, derken koltuğa gömülmüş ve oracıkta uyumuştum. Sanırım Ezele benden çok daha önce sızıp kalmıştı.

Devamı serinin ikinci bölümünde, ve elbette onlar evde oturup öylece kitap okumayacaklar!

Devamı için: http://didevla.blogspot.com.tr/2017/05/onu-bulmak-2.html

Etiketler: ,

4 Ocak 2017 Çarşamba

Sokak

Eğer en büyüğü, en dinleneni, en sözü geçeni olsaydım bir ülkenin veya gezegenin,
O zaman sokaklara sigara izmaritleri, poşetler, peçeteler atılamazdı,
İnsanlar masalarından uçan çöplerinin peşine koşardı,
Ceza korkusundan değil, çevresine zarar verme endişesinden.
Her köşe başında müzik olurdu,
Köprü ayaklarında resimler olurdu farklı sanatçılara ait, demir yığınları sanatsal alanlara dönerdi
Sokaklar, sanatçıların olurdu o zaman.
Lüks arabalar olmazdı sokaklarda, küçük ufak ve basit arabalar olurdu sadece,
Çünkü kimsenin canı çeksin istenmezdi.
Hanım, bey, müdür, patron gibi boş laflar sadece eski sözlüklerde kalırdı
İnsanlar birbirine sadece adıyla seslenirdi,
Çocuklar, küçük olmaları yüzünden sessiz kalmazlardı,
Farklı farklı diller, farklı dinler, farklı tenler olurdu aynı yerde,
Evlerin renkleri çeşit çeşit olurdu,
Çeşitliliğin ta kendisini severdi insanlar
Sevgiyi anlatırdı reklamlar, ve paylaşmayı,
Bencilce tüketmeyi değil,
İnsanlar kaldırımlarda öğrenirdi
Korkmamayı insanlardan ve yaşamaktan.

İnsanın amacı başarmak olurdu yine,
Ama herkes için faydalı olanı.
İhtiyacı kadarını alırdı poşetine,
fazlasını hediye diye dağıtırdı sevdiklerine.

Nefreti, kini, şiddeti bilmezdi o soğuk kaldırım taşları,
sadece köşelerden, aralardan zorla çıkan bitkileri çiçekleri bilirdi,
Ve onların yol ortasında büyümesi görkem sayılırdı.
Neden olmasındı?

Evla.

Etiketler:

İşletme Yönetimi - Güç ve Esneklik

İnsanlar sosyal yaşantılarındaki statülerini farklı şekillerde yansıtırlar, bunları yoldan geçen herhangi bir insanda dahi ayırt edebilirsiniz. Örneğin kıyafetlerimizin markası, pahalı ayakkabılar-çantalar, daha parlak kumaşlar, daha yüksek ayakkabılar, daha parlak veya daha uzun saçlar...

Benzer şekilde patronların, müdürlerin de sembolleri vardır. İş yerlerindeki yerleşime bakın, patronun veya müdürün odası her zaman daha geniş, daha yukarıda, daha aydınlıkta ve/veya daha güzel mobilyalıdır. Amaç, diğer çalışanlardan farklı olduklarını ortaya koyacak sembollerle, güçlerini pekiştirmektir. Bu farklılık ne kadar çok/bariz ise, o kadar güç ilişkileriyle yönetilen, hiyerarşinin belirgin olduğu bir işletmeyi anlatır bize.

Kendi çalıştığım yerlere baktığım zaman, bir tanesi bir organizasyon şirketiydi, girer girmez iş yeri sahibine ulaşabiliyordum ve işyeri sahibi çok geniş bir salondaydı. Arkada ise, kimsenin duymayacağı bir yerde, kuytu köşede personel odaları vardı.
Bir başka yerde Müdür fabrikanın hemen girişindeki 'tek' odadaydı (üretim yapılan alanı saymıyorum), ara koridorlarda ise diğer personeller çalışırdı.
Bir başka fabrikada müdür ve partonlar ayrı bir binadaydı ve girişleri farklı kapıdandı.
Bir başkasında beyaz yakanın yemekhanesi (mühendisler, üst-alt düzey yöneticiler), mavi yakanın (işçiler) yemekhanesinden farklı bir yerdeydi.
Bir başka kurumda yöneticilerin kapısı kocaman ve kahverengiydi, ayrı bir binadaydı, kimsede olmayan çay/ikram hizmetleri vardı ve en büyük patronun odası üç müdür yardımcısının odası kadar genişti.

Bu kültürü yadırgamak mümkün, ancak dünya genelinde böyle bir kültürün varlığını kabul etmek gerekiyor. Teoride; insanların oldukça baskın olan bu semboller olmadan, sahip oldukları bilgi ve deneyim ile saygı görmelerinin daha doğru ve mantıklı olduğu sonucuna varıyorum. Ancak pratikte bu süreç böyle olmuyor maalesef.

Bir üniversitede bir hoca tanıdım, bölüm başkanıydı hatta. Kıyafetleri özellikle standarttı, çünkü güç sembollerini anlamsız görüyordu herhalde, anlamsız nesneler aracılığıyla kişinin kendisini farklı konumlandırmaya çalışmasını anlamsız buluyordu. Ve kendisi, bunun (böyle yaşamanın) bir bedeli olduğunu söylemişti. Bunun bedelini hastane sırasında beklerken, otobüs beklerken, yolda yürürken, ilk defa karşılaştığınız insanların tavırlarında görüyordu ve bu bedeli kendi rızasıyla ödüyordu. Bu zorluklara rağmen bildiği yolda devam ediyordu, çok inatçı birisiydi sanırım.

Düşünün ki siz de yıllarca bu düzende çalıştıktan sonra, işlere hakim oldunuz ve o kurumdaki en deneyimli kişi oldunuz. Müdür olduğunuzu düşünün, veya patron. Sizden önceki bütün müdürler, kurumun sunmuş olduğu bu statü/güç sembollerinden (farklı araba, farklı yemek, farklı oda, farklı kıyafet vd.) faydalanmış. Sizin bu sembolleri kullanmamanız mümkün mü?

Bahsettiğim inatçı hoca gibi birisinin bu kuruma müdür olduğunu düşünün. Artık o geniş odayı kullanmanın anlamsız olacağını düşünecektir. İnsanların ona ulaşmasını zorlaştıracak bütün koşullara karşı koyacaktır. Takım elbiseler, ceketler, topuklu ayakkabılar, fönlü saçlar onun için anlamsız olacaktır. Belki kendi inandıklarını korumayı başaracaktır, ve gerçekten kurumdaki algıyı da bu yönde değiştirecektir. Veya bunu başaramayacak ve o düzene uyum sağlayacaktır.

Bahsettiğim bu durum; bir kişi ve kurum arasındaki kültürel çatışmadan ibarettir aslında. Çatışmadaki taraflar; bir kişi ve bir kurumdur, dolayısıyla sayıca üstünlüğün nerede olduğu ortadadır. Bu sebeple bu çatışma birey için zor bir çatışmadır.

Tabi burada sizin müdür olmanıza karar veren bir üst değerlendiricinin de olduğunu biliyoruz. Bu üst değerlendirici bir kamu kurumu olabilir veya amiriniz olabilir. O kişi sizi bu göreve atarken, sizin böyle bir kültüre sahip olduğunuzun farkında olarak ve bunu kabul ederek sizi atamış olabilir. Eğer öyleyse, hayata bakış açınızla ilgili, sizi atayan üstünüzden gayri resmi iznini almış sayılırsınız ve bu çatışmadan galip çıkmanız daha kolay olabilir.

Ancak üst yönetimin bu yaklaşımınızı tam olarak ön göremediğini düşünelim. Veya siz, elinizde imkan olmadığı için, değiştiremediğiniz kurumun kültürüne mecburen uyum sağladınız. HErkes gibi oldunuz kısacası.
Artık kendinize sayısız açıklamalar borçlusunuzdur. Neden uyum sağladığınıza yönelik kendinizi ikna etmeye çalışacaksınız.

Diyelim ki gün geldi, siz bunun doğru olmadığını fark ettiniz, gücünüzü topladınız ve çalıştığınız yeri, güç yarışlarının en az olduğu bir işletmeye dönüştürmek istediniz. O zaman bu çatışma daha da çetin bir hale gelir. O zaman da arı kovanına çomak sokan yaramaz çocuk gibi, durduk yere işleri karıştırmakla suçlanırdınız. Karşılaşacağınız baskıyı hafifletmek için şunu yapabilirsiniz; atamanız sırasında sizi atayanlara karşı en başından açık davranmak ve mevcut düzeni değiştirmek istediğinizi belirtebilirsiniz.

Her şekilde bu çatışmadan sağ çıkmak için bir yol bulmanız gerekir. Veya uyum sağlamanız... Çünkü çatışma zordur ve insan beyni çelişkileri sevmez.

Ancak bir kurumun değişmesi için çatışma kaçınılmazdır. Düşünün ki 30 yaşındaki bir kurumu, 30 senedir aynı yönetim yaklaşımını belirleyen insanlar yönetiyor. Bu kurumun değişmesi mümkün olabilir mi? Hayır. Peki bir kurumun 30 sene boyunca aynı yaklaşımı sürdürerek hayatta kalması mümkün olabilir mi? Çok statik bir iş yapıyorsa olabilir, ancak şunun farkında olmalıyız, bırakın sektörleri, dünya bile değişiyor. Sadece teknolojik anlamda veya ürün anlamında değil, aynı zamanda yönetim yaklaşımları da değişiyor, nesiller değişiyor ve insanlar daha özgür ortamlarda çalışmak istiyorlar. Ellerinde bize kıyasla çok daha geniş imkanları bulunan gençlerin, bilgiye erişimdeki özgürlüğünü düşündüğünüzde, bu insanları katı kurallar altında yönetmek nasıl mümkün olabilecek? Bunu düşünmeli ve biz de yönetim anlayışımızı buna göre değiştirmeliyiz. Bu yüzden yeni neslin, işletmelerde bir çatışma ortamı yaratarak, daha esnek çalışma koşullarını talep edeceğini düşünebiliriz.

Örgütsel yönetim kuramları da, çok daha esnek, yaratıcı ve katılımcı ortamlara doğru gidiyor. Ülkemizde henüz böyle bir kültür hakim değil; eski yönetim yaklaşımları, korku, tehdit, statü farkları, güç gösterileri ile işletmeleri yönetiyoruz. Çalışanına güvenen ve çalışanına değer veren işletmelerin ortaya çıkması için, bizlerin de bu hayata ve insanlara güvenmemiz gerekiyor. Ne kadar zor değil mi? Ama bir şekilde bu yaklaşımların uygulanmaya başlanması konusunda bir adım atmalıyız, yoksa bu çürümüş yönetim yaklaşımlarının içinde boğulacağız.

Evla.

Etiketler: , , ,