28 Kasım 2012 Çarşamba

Hesap Ver

Arkadaşlarınla dışarıya çıkmıssın, kız kıza veya erkek erkeğe, gırgır şamata yapıyorsun, keyfin çok yerinde. O sırada sevgilin arar, telefonda, ne yaptığını sorar sana. Sen, onsuz mutlu olamazsın ya, "ya inanılmaz eğleniyoruz, herşey çok güzel" diyemezsin. Dersen trip yersin, sevgilin yanında olmadığı halde, mutlu olman rahatsız eder onu. Muhtemelen ayarı yersin.
Yine arkadaşlarınla buluşmuşsundur, çok önemli bir iş/ödev vb vardır, sevgilinle görüşemeyeceksindir. İşiniz uzar, sevgilin arar, sen kem küm gak ve guk ederken, sevgilin seni göremediğinden mutsuzdur, senin de bunu ona yapmaya hakkın yoktur. Yine ayarı yersin.O an kendini kaybedersin, ne yaptığın işe odaklanabilirsin ne de oradan ayrılabilirsin.
Senin çok sevdiğin bir arkadaşın vardır, sevgilin onu hiç sevmez, dahası dolaylı veya ima yoluyla, senin de o arkadaşınla görüşmeni istemediğini iletir. Ortada makul bir sebep yoktur ancak konunun bahanesi çoktur: o arkadaşın sana zarar verir, hiç tekin biri değil, daha önce de garip garip davranıyordu zaten vd. Arkadaşınla görüştüğün her an, sana zehir zıkkım olur sonra. Yine sen ayar yersin.
Yukarıdaki örnekler arttırılabilir.
Özetle, bence, bu aşk meşk işleri, ağırlıkla yalan dolan abartı üzerine kuruludur. Kimse kimseyi kendisinden fazla sevmemelidir, kimse sevgilisinin gönlünü hoş tutsun diye yalan söylememelidir.
Ne var ki, bu teorik yaklaşım, pratikte çöker; çünkü insan birini sevmeye azmettiğinde, her türlü fedakarlığı yapmaya razı olur. Verdikleri arttıkça, aldıkları azalır. Bir süre sonra da bakar ki kendisine, tükenip gitmiş, kendisinden geriye bir "hiç" kalmış.

Evla

21 Kasım 2012 Çarşamba

İsveç - Vol1

Yukarıdaki haritada gördüğünüz gibi İsveç bir yanında dünyanın en uzun kıyısına sahip Norveç (Norveç'li balıkçılarla, el kremi arasındaki bağlantıyı hatırladık hemen), bir yandan da Finlandiya (dünyada ilk kez Fin kadınlar oy kullanma hakkına sahip olmuş.) ile komşu.
Ancak aslında bir ülkeyle daha karadan bağlanmışlar. Öresund (Öresundsbron) Köprüsü (yaklaşık 8 km ve 4 şeritli), İsveç'in Malmö şehrini, Danimarka'ya bağlıyor, hem de Danimarka'nın başkenti Kopenhak'a.
Bu Öresund köprüsüne 1995 yılında başlamışlar, 1999 yılında bitirmişler. Köprü bitince, açılış için Danimarka Prensi'yle İsveç Prensesi köprünün ortasında buluşmuş, oldukça romantik :) !
Öresund Köprüsü sadece bir köprü de değil, bir gün olur da Malmö'den hareket edersek şunu göreceğiz, köprünün bitiminde bir de tünelden geçiliyor.
Dünyanın en uzun köprüsü Çin'de bulunuyor; ancak bu köprü, dünyanın en büyük ülkeler arası köprüsü.
İskandinavya kelimesi, iskandinav ülkelerinden oluşan bir alanı temsil ediyor. Bu ülkeler:İsveç, Norveç, Danimarka, İzlanda, Finlandiya, Grönland, Aland (İsveç ve Finlandiya arasında kalan küçücük adalardan oluşan küçücük bir ülke. Aslında 6000 adadan oluşuyor ancak bunun sadece 80'inde yerleşimvar, diğerleri ıssız! İşsizlik oranı %1,8 !!! Şaka gibi. Bütün halk deniz taşımacılığıyla ilgileniyormuş.), Faroe Adaları (http://www.visitfaroeislands.com/Default.aspx?ID=9784 sitesinde ülkenin tanıtım resimleri var. Allahıııımmmmm!!! Hayat buysa ben yaşıyor muyum arkadaş!!).
Bu arada bu konuyla ilgili çok ilginç bir başlık buldum: "İskandinav Mitolojileri". Bu konuyu başka bir araştırmaya bırakıyorum, sadece şunu söyleyelim: İskandinav tanrıları ölümlüymüş!! Gerçekçi insanlar...
İsveç, Avrupa birliği'ne üye 27 ülkelerden birisi. Ülkenin bütün nüfusu 9,2 milyon(2008 ölçümleri) ! Başkent Stocholm'de ise 2 milyon kişi yaşıyor. Ayrıca nereden duyduğumu bilemediğim Göteburg şehri de İsveç'teymiş. Böyle şehir isimleri, ülkemizde kolay ezberleniyor!
Kültürel özellikleriyle ilgili , kendi resmi sitelerinde aşağıdaki yorumlar yazılıydı:
  • İsveçliler, buluşma zamanına oldukça sadıklarmış.
  • Eve girerken bizim gibi ayakkabılarını çıkartırlarmış.
  • Kahve içmeye bayılırlarmış ve arkadaşlar "fika" adını verdikleri buluşmalarda kahve içer, yanında tatlı birşeyler yer sohbet ederlermiş. Bu buluşma geleneksel bir buluşmaymış.
  • Eczanelerde, hastanelerde, postanelerde mutlaka numara alma sistemi varmış, nuaranı alıp sıranın gelmesini bekliyormuşsun.
  • Kendilerine ait bir dilleri var (İsveççe) ancak İngilizce'yi çok iyi konuşuyorlar.
  • saat 18:30'dan sonra neredeyse bütün mağazalar kapanıyormuş (işçi haklarına olan saygıdan) Diğer yerler de saat 21:00 de kapanıyor, kısacası 21:00 den sonra tek bir alışveriş mağazası bulamıyorsun.
  • Marketlerin donmuş gıdalar bölümündeki ürünlerin büyük bir çoğunluğu diş macunu tüpleriyle aynı tipte ambalajlarla satılıyor. Bu ambalajların içinde, pişmiş yumurta, balık türleri, soslar, peynir ve daha bir çok çeşit mevcut.
  • Erkekler ve kadınlar, bebek bakımında aynı ağırlığı taşıyorlar, bu sebeple, babaların bebeklerini de yanlarına alarak fika için buluştuklarını görmek çok mümkünmüş.
  • Melodifestivalen adında her yıl düzenlenen bir müzik festivali var, şubat ve mart aylarında yapılıyor. Kazanan kişi/grup erurovision yarışmasında İsveç'i temsil ediyormuş.
  • Esnaf, 4-5 haftalık yasal tatillerini, her yıl temmuz ayında kullanırlarmış, bu sebeple temmuz ayında açık dükkan bulamazmışız. (Bir gidelim de, ona bir çare düşünürüz.)
  • İsveç'in Kiruna şehri, kışın tek bir gün bile ışık görmüyormuş.
  • Mağazalar, doğayı koruma ve geri dönüşümü teşvikj mantığıyla, vatandaşın getirdiği plastik malzemeyi alıp, bir miktar kronor (İsveç parası) ödüyorlarmış.
  • Stocholm 2010 yılında Avrupa'nın en yeşil başkenti ünvanını almış.
  • İş hayatında resmi giyim pek kullanılmazmış. Daha çok jean ve tshirt giyiyorlarmış.
  • Cinsiyet eşitliği konusunda da çok iddialılar, bu tavırlarıyla da övünüyorlar. Bir de bize bak ya!
Gelelim tarihe, derinlere inmeden anlatacağım, yoksa boğuluyorum :)
Adamlar en son savaşlarını 1814 yılında yapmışlar. Sonra hep tarafsız kalmışlar. Savaş nedir bilmiyorlar. Bize barbar deseler haklılar yani.
Ülkenin tarihini anlayabilmek için GOTLAR ve VİKİNGLER'le ilgil bilgi sahibi olmak gerekiyor.
Gotlar; yerleşim yerleri Gotland (İsveç ve Finlandiya'yı kapsayan içinde bir bölüm ve bir ada, Got adası) olan, germen asıllı bir halktır. Vizigotlar ve Ostrogotlar olarak ikiye ayrılırlar. Bu ırk daha 1.yy'da bu bölgeden ayrılıp Yunanistan hatta Edirne'ye kadar gelmişler. Roma'yla, hunlarla vs savaşmışlar ancak çok göç etmeleri sebebiyle nüfusları azalmış ve diğer ırklara karışıp silinmişler.
Vikingler: 8. ve 11.yy 'da yaşamışlardır. Vikingler de gotlarla birlikta daha çok Finlandiya arazisinde yaşamışlar. Onlar da göç etmişler. İStanbul'u bir kaç kez kuşatmaya çalışmışlar. Bizans, Vikinglerdeki yeteneği görünce İmparator Theophilos, kendi korumaları olarak almış Vikingleri. Bu bizans koruması olan Vikinglere Varangyan deniliyor.
Ülkenin tarihi bu iki ırk üzerine kurulu. İsveç ve Norveç'in tam olarak ne zaman kurulduğu ise bilinmiyor. Ancak 1319'da İsveç ve Norveç birleşme kararı almış. Bu birliktelik 1520'ye kadar sürmüş. O yıl, Stockholm'de İsveç soyluları katledilmiş, bu olay "Stockholm Kan Banyosu" olarak anılmış.
İsveç, Norveç'ten ayrıldıktan sonra, "Gustav Vasa" kral olarak seçiliyor (6 Haziran 1523), bu olay İsveç'in kuruluşu olarak anılıyor, her yıl kutlama yapılıyormuş.
Böylece İsveç Krallığı olarak anılmaya başlıyorlar. Otuz yıl savaşları, Kircholm savaşı derken, Avrupa'da büyük bir güç haline gelmişler. (Hee, biz de biliyoruz bu büyük güç davasını, çok okuduk!)
Rusya'yla yaptıkları savaşlar sırasında, başarılı kralları ölüyor, Rusya'da bunu fırsat bilip, İsveç'in o zenginlik döneminde aldığı toprakları kendi bünyesine alıyor. Daha sonra da Rusya büyük bir güç haline geliyor(Sen de mi Rusya!). Tarih tekerrürden ibaret gerçekten kardeşim bu yüzden ayrıntıları atlıyorum.
1809'da, Rusya, İsveç'in doğusunu da ele geçirmiş. Bu aınan bölge zamanla "Finlandiya Dükalığı" olarak anılmaya başlanmış.
Ve şükürler olsun son savaşa geliyoruz. Bunu da Napolyon dönemi tetiklemiş. İsveç kralı Fransa'dan yardım istemiş ve Danimarka-norveç ikilisine rakip olmuş. Savaşın sonunda İsveç kazanıyor ama imzalanan Kiel antlaşmasına göre Norveç İsveç'e bağlanacakken, Norveçliler direnç gösteriyor. 1905 yılında ise kavgasız dövüşsüz topraklarını ayırıyorlar.
1833 yıllarında İsveç halkı akın akın Amerika'ya göç ederken ülkenin nüfusu da ilginç bir şekilde artıyordu. 20 yılda iki katına çıktı. Ekonomik olarak ise çok iyi oldukları söylenemez.
1850'den sonra, işçi aydınlanmaları başladı. 1889'da ilk İsveç Sosyal demokrat Partisi kuruldu. 20.yy'da halkın çoğu sendikalara üye olunca komünizm istediler. Ancak, bu istek reddedilmiş ve parlamenter sisteme geçilmiş.
20yy'da İsveç'e yakıştıramadığımız bazı olaylar vuku bulmuş. Amerika'yla işbirliği içine girmişler. 1. dünya savaşına katılmadıkları gibi 2. dünya savaşına da katılmamışlar ama 2.sinde, Amerika'nın cephaneliklerini depoladığı bir yer haline gelmişler.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye gibi İsveç de MArshall planına dahil olarak Amerika'dan destek almış. Buna rağmen ekonomik olarak çok da toparlanamamış.
1974 lerde uygulanan petrol ambargolarıyla, İsveç ekonomik anlamda güçsüzleşmiş, bu durum 1990'a kadar devam etmiş.Sonra 1995'te Avrupa Birliği'ne dahil olmuş. Bu adamların ekonomisi ne ara bu kadar iyileşmiş anlayamadım.
İlginç bir durum var, İsveç euro'yu kabul etmemiş. hala kendi para birimiyle devam ediyor.
Din: İskandinavya'da paganizm hakimken, 12.yy'da Hristiyanlık'tan etkilenmişler.
Canımın içi, benim iflahım kesildi, beynim yoruldu. Bugünlük bu kadar.
Evla

20 Kasım 2012 Salı

Kırılmalar ve İnsan Algısının Değişimi

Aşağıdaki paragraf, Nonaka'nın 1994 yılında yazdığı, "A Dynamic Theory of Organisational Knowledge Creation" adlı makalesinden alıntıdır.
" Winograd ve Flores (1986), dönemsel kırılmaların, insan algısı üzerindeki etkisinin önemini anlatmışlardır. Kırılmalar, bir bireyin huy, olduğu halinden memnun olma durumunun rahatsız edilmesi olarak düşünülmüştür. Bu kırılmalar meydana geldiğinde, bireyler huylarının ve rutin işlerinin değerini sorgulamaya başlar, bu sorgulama da bireyi sorumluluklarını, taahhütlerini tekrar düzenlemeye yönlendirebilir. Bu kırılmayı genellikle çevresel dalgalanmalar, değişiklikler tetikler. Bireyler böyle bir kırılmayla veya çelişkiyle (ikilemle) karşılaştığında, bakış açılarını ve temel dayanaklarını tekrar değerlendirmek için bir fırsat yakalarlar. Başka bir ifadeyle, dünyaya karşı takındıkları genel tavırlarının geçerliliğini sorgulamaya başlarlar. Bu süreç illa ki derin bir kişisel sorumluluğu içerir ve Piaget'in (1974), birey ve çevresi arasındaki çelişkinin önemi ve kişinin davranışlar aracılığıyla algılaması üzerindeki etkisi ile ilgili yaptığı gözlemlerine benzer bir yapıdadır."

Evla

19 Kasım 2012 Pazartesi

Sarı

Bir şiir ve şarkı:
SARI
Bir ara sokakta öldüm, dün.
Öylece yani,
Birdenbire ,
Boşluğa düşer gibi, sarı bir sessizliğin içinde .
Granit duvarlı binanın anlamsızlığına,
Şehrin boşu boşunalığına içerlerken
Bırakmışım son nefesimi kaldırıma, bitmiş.
Öylesine yani,
Birdenbire .
Yan binadaki otel odasından izliyordu oğlan.
Yüz ifadesini göremesem de
Anlamış mıydı acaba
öylece oturmadığımı?
O sokakta bitti her şey .
Öğleden sonralarını bir bardak sütle geçiştiren
Apartman sakinlerini düşlerken
Sıkıntıdan
Ölmüşüm, dün .Arka odada ütü yapıp
Buharını burnuna çeken kadını,
Mutfağında her öğün için soğan doğrayıp
Gözyaşını kabuklara saklayan Madam Mari'yi
Kocasıyla artık sevişemediği için
Kapı komşusu gar sabunu satan adamı düşleyen Servi'yi düşündükçe
Ölüvermişim, dün .
Böylece bitmiş yani,
Birdenbire .
Sıkılmışım derinden zahir.
Tutunca da nefesimi ,
Portakal kabuklarıyla çay demini döktükleri çöpe
İki kedi de bulanınca,
Kaldıramamış nefsim demlenmiş portakal kedilerini.
Balkabağı mevsimi bile değilken
Dönüşüvermiş her şey baldan kabağa.Ve saat henüz 12'yi vuramamışken
Kalkmış otobüsler durmamaya.
Mecal mi bulamamışım, yere döktükleri bala mı basmışım
Hatırlamam ama,
Öylece kalakalmışım, kalkamamışım.
Şehrin insanı haberdar değil mi bu öldüresiye sıkıntıdan?
Vagonlar boş, birkaçı kiremit taşıyor topraktan
Kayıklar da serseri misinalar ,
Otobüsler kimseyi almadan durup durup geçiyorlar duraktan ,
Arabalar yürüme mesafelerini öldürüyor her gün, her öğle, her gece
Bisikletleri balkonlarında unutanlar
Her an yağmur yağsın diye dua ediyor.
Üç öğün yemek yiyip, dört öğün uyuyorlar
Buna rağmen erken uyanıp, geç yatıyorlar
Aynı kuru kahveciden gün aşırı -iş olsun diye-
Yüzer gram kahve alıp evde -iş olsun diye- öğütüyorlar
Ve bir gün bile sormuyorlar öğütülmüşünü
Kimse sormuyor iş olsun diye yapılan iş, iş midir diye?
Bunlar olurken ölmüşüm o ara sokakta .
Balkondaki beyaz brandalar rüzgarla sökülürken
Sökülüvermişim şişip patlayan bir eteğin dikişi gibi .
Sıkıntı işte
Ya da ölmek yerine
İki adım yol yürüyeydim de
Konuşuverse miydim şu gelin çiçeğiyle.
Gitmek yerine…?
JEHAN BARBUR

Paylaşan: Evla

17 Kasım 2012 Cumartesi

İnsan Zararlısı

İnsanlar yabancılaşınca, maskelerinin altı aydınlanınca olur herşey. Üstüne siz de hayatta hatalar yapınca, taşıdığınız yükler ağırlaşınca nasıl çekilir bu hayat? İnanacak, aşık olacak, sevecek insanlar tükenir gider. Sizin gözleriniz körelir, renkler solar, umutlarla birlikte siz de tükenirsiniz.
Ama o ateşe girmemek, o kör kuyuya düşmemek için renklerin sizi kandırmaması gerekir. "Cahildim, dünyanın rengine kandım. Hayale aldandım, boşuna yandım" dememek için...
Bilseniz ki, insanlığından utanan insanların, kendilerini sürdükleri bir toprak var, kendisinden korkan, kendisinin zararını bilen insanların olduğu bir toprak, bulaşırsınız o toprağa. Ne var ki, o toprak yoktur, belki de vardır ama çok uzaklardadır, "orada bir yerde bir topraktır, o yer benim toprağımdır" da diyemezsiniz. Her milime işlemiştir insanın kokusu, herkesten kaçsanız kendinizden kaçamazsınız, o yerini bile bilmediğiniz toprağa varamazsınız.
Hüzünlü, aksak melodilerde kalır o hevesler, umutlarınız. Sonra hayat, herşeyi o başlatır zaten, sizi, siz de hayatı...
Evla

Alice Harikalar Diyarında

Bu Alice harikalar diyarında'nın konusunda, sözlerinde farklı anlamlar varmış meğer, 27 yaşında fark ettim bunu. Bu yazıda, hikayenin geçmişinden bahsedeceğim.
Alice'in Harikalar Diyarındaki Macerası: Alice ve maceralarının yaratıcısı, Charles Lutwidge Dodgson bir İngiliz yazardır. Yazar alice'i yazarken takma ad kullanarak, 1865 yılında kitabını yayınlamıştır.
Kitabını yayınlamasından 3 yıl önce 4 Temmuz'da, din adamı olan Dodgson ve yine aynı meslekten olan bir arkadaşı, İngilteredeki Oxford şehriniden geçen Isis nehrinde botla açılmışlardı. Yanlarında, o zamanki başpapazın 3 kızı (13 yaşındaki Charlotte, 10 yaşındaki Alice ve 8 yaşındaki Edith) da vardı. Bu gezintide, Dodgson, kızların sıkılmaması için bir hikaye anlattı. Alice, bu hikayeyi yazılı olarak almak isteyince, Dodgson ertesi gün yazmaya başladı. Hikaye zaman içinde detaylandı ve yayına hazır hale geldi.
Yukarıdaki bu küçük arkadaş da Alice'in kendisi oluyor.
Bu genç kız 28 yaşına geldiğinde bir kriketçiyle evleniyor ve onunla 3 oğlan çoçuk büyütüyorlar. Bu çocuklardan birinin ismi Carly imiş. Kendisine, bu adın Dodgson'ın ilk adıyla bağlantılı olup olmadığı sorulduğunda, kendisi bu durumu reddetmiş.
İkinci çocuğunun adı da, evlenmeden önce aşık olduğu, Kraliçe Viktorya'nın oğlunun adı ile aynı. Ancak bu prens'in esas ilgisinin Alice'in kız kardeşine olduğuyla ilgili söylentiler çıkmış sonradan.
Bu arada, Dodgson'ın sürekli günlük tutmasına rağmen, Alice'in ailesiyle ilişki içinde olduğu döneme ait sayfalar, günlükten yırtılmış ve hala kimse neler olduğunu bilmiyor. İddialara göre, Dodgson, Alice'e karşı platonik bir aşk duymakta idi. Bu dönem süresince de Dodgson ailenin çocuklarını alıp pikniklere, nehirde gezmelere çıkartıyor.
Sonra, 1863 yılında, birden bire Dodgson ile ailenin ilişkileri bıçak gibi kesiliyor. Günlükte, bu bölümle ilgili sayfalar da yırtık.
Sonraları taa 1996 yılında, bu sayfaların bir kısmı ortaya çıkıyor. Sayfalarda, bu kopukluğun Alice'in büyük kız kardeşiyle alakalı olduğu yazıyor. Bu durum da şu şekilde yorumlanmış, Alice'in büyük kız kardeşi Dodgson'a ilgi beslemiş olabilir.
Sonraları, Dodgson, hikayedeki Alice'in, gerçekte yaşayan bir çocukla alakasının olmadığını iddia etmiş. Ayrıca hikayede yazılı Alice'in aslında Alice'in büyük kız kardeşiyle daha çok örtüştüğüne dair bazı görüşler oluşmuş.
Hikayenin aslı ise tarih içinde bir sır olarak kalmış.
Konuyla ilgili bir sonraki yazı, hikayenin ana konusu ve bu hikaye üzerine çekilmiş filmlerle ilgili olacak.
Evla

13 Kasım 2012 Salı

Zincirlenmiş İnsanlar

Düşünün ki, diliniz bağlı, aklınızda düşünceler isyanlar var ancak konuşmak yasak size. Bu yasağı kim koydu önemli değil, önemli olan nasıl size fark ettirmeden koyduğudur. Kendinizi nasıl bir süreç sonunda, kapalı duvarlar ardında bulduğunuzdur önemli olan. Aynı tuzağa birkez daha düşmemek için o süreci anlamalıdır insan.
Zincirlendiğimiz o anlarda, aklımızda ne vardı acaba? Benim görüşüm, herhangi bir şeye; bir bireye, bir ideolojiye, bir nesneye duyulan şiddetli ilgi vardı muhtemelen aklımızda. Sorgulayamadığımız ve sürüklenerek tutunduğumuz, dağ gibi zannettiğimiz değerler vardı muhtemelen. Onlardan tek bir an bile şüphe etmemiştik herhalde ki, halimize, sürüklendiğimiz yöne bakma ihtiyacı duymamışız.
Bu yarı istemli tercihimizi yönlendiren unsurlar vardı çevremizde, onları fark edemedik demek ki, onları analiz etme çabasına düşmedik. Hayat bizi sürükledi o yöne doğru, herşeyi akışına bıraktık, belki de kaderde bu varmış dedik, akıntıyla ilerledik. O akıntıya ters yüzebilirdik belki, evet teknik olarak mümkündü, ancak uygulamada mümkün gözükmedi demek gözümüze ki, denemedik bile.
Zaten hayatla ilgili sorunlarımız vardı, gelecek kaygısı, maddi sıkıntılar, iş hayatı, eş-çocuklar-sevgili ilişkilerde yaşadığımız zorluklar... Hepsi bir olup sürükledi bizi.
Kimi suçlayabiliriz ki? Biz hiç fark etmedik, gözümüzü kıstık hatta, ne görecektik ki? Ömür boyu çalışmaya mahkum olduğuğmuzu mu, insanoğlunun yıkımını mı, hayatta tutunduğumuz değerlerin özünde anlamsız olduğunu mu? Görülmeye değer mi ki bu manzara ?
Zincirlendik işte. Zincirin uzunluğunu ve karmaşasını tam olarak kestirebilmenin mümkün olmadığı hayat dinamikleri içine kıstırıldık.
Hadi oldu diyelim, bu zincirlerin bir kısmını kırdınız, ben kendi yoluma giderim arkadaş, kimseyi de ilgilendirmez dediniz. Bu kararı almanıza sebep olan da yine o dinamiklerden bazılarıyla sizin yaşamak istediğiniz yolun çakışması olabilir, dolayısıyla bu kararı almanız için de sizi rahatsız eden duvarların varlığını anlamanız ve onları aşılabilir olarak görmeniz gerekiyor. Yaptınız mı? Tebrik ederim. Şimdi muhtemelen, sonraki aşamada, aslında bu zincirlerin ne kadar derinlerde olduğunu, kendinizi bu sosyal yaşamdan soyutlamanızın bir çözüm olmadığını, bu sefer de yalnızlık duygusuyla boğuşmanız gerektiğini anlayacaksınız. Kendinize bağlanacak yeni alanlar arayacaksınız, bu hisle yaşayamamaktan korkup.
Bu durum şuna benziyor: sizi mutlu etmediği halde sıkı sıkıya bağlandığınız sevgilinizden ayrılmanızın ardından, yine benzer bir ilişkiye saplanmanız: veya üye olduğunuz siyasi partiyle ilgili görüşlerinizin değişmesi sonucu, başka bir partiye geçiş yapıp kendinizi tam olarak oraya bağlamanız.
Örnekler çoğaltılabilir. Bu durum, özgür kalmanın değerini bilemeyen biz insanların, zincirlerinden kurtulamama sendromudur bence. O kadar kanıksamışızdır ki bağlılığı, kendimizle başbaşa kaldığımızda, sanki çıplak kalmış gibi savunmasız hissederiz, veya hayatın anlamsız olduğunu düşünürüz, tekrar bir bağ inşa etmeye çalışırız.
İşin doğrusu nedir ben bilemem, hatta doğru kişiden kişiye, durumdan duruma değiştiği için, siz de ancak kendi doğrunuzu bilebilirsiniz ki, onun da mutlak doğru olup olmadığını yine kimse bilemez.
Benim kendi hayatım için görüşüm ise, bu zinciri bana sormadan belime doladıklarını, daha da dolanacağını düşündüğüm için, elimden geldiğince bağımsız yaşamaktır. Bu durum ikili ilişkiler için de geçerlidir, hayatımızdaki kişiyi boğazlamadan bir ilişki yaşayabilirsek, düşüncelerinde ve düşüncelerini ifadesinde hür bireyler olarak hayatımızı sürdürürüz. Bağımsızlığın sevgisizlik olarak algılanmadığı bir koşul yaratabilirsek kendimize, anlayışlı olabilirsek sevdiğimiz insanlara, onlar da bize anlayış gösterebilirse, kurulan bu bağ bize batmaz. Zincirlerden kurtulmayı da, bir hayvanın kafesten kaçıp, kendini bilmeden sağa sola vuruşuna benzetmeyiz o zaman. Çünkü o zaman, zincirler çözülmeye açık olur gözümüzde ve biz ancak o zaman tutarız onları kopmaması için.
Evla

9 Kasım 2012 Cuma

Güzelliğin Talihsizliği

Güzel olan herşey talihsiz midir? Bunun cevabını arayacağım kendimce
Herşeyden önce güzellik göreceli bir kavramdır; kısacası bir bireyin güzel olarak nitelendirdiği nesne, birey , davranış, vd., bir başkası için güzel olayabilir.
Yani, güzellik hakkatten göreceli midir? :) hiç zannetmiyorum...
Çünkü;
İnsanların farklılıkları törpülenmektedir. Güzel kadınların tanımı yapılmıştır; geniş kalça ve ona kıyasla dar bir bel, iri gözler, simetrik yüz yapısı, pürüzsüz bir ten, zayıflık vs. Barbie bebeklerle yetişen biz çocuklar, dünya genelinde güzel olanın tanımını korkmadan yapabiliyoruz.
İnternet, televizyon, ülkeler ve kültürler arasındaki duvarları yıkan her unsur; bizi biraz daha ileriye taşırken, bakış açımızı biraz daha daraltmakta olabilir mi?
İyi huylu insan nasıl olmalıdır? ın sorusuna verilebilecek cevapların kısıtlılığı karşısında şaşırmamız gerekmez miydi? İyi insan hiç mi yalan söylemeyendir mesela? Hiç mi hata yapmayandır ya da?
Bilimsel araştırma, literatür taraması yapılmadığında doğru veya güzel değil midir acaba? Bu varsayımların köşeleri neden bu kadar sivrildi?
İstisnalar değersiz midir acaba? İstisnalar kaideleri bozmaz görüşünün yanında, istisnaların aslında kaideyi yarattığını da ekleyelim. İstisnalar, değişimi yaratan unsurlar değil midir ki, bu kadar köşeye itilmeleri neden?
Güzel olan istisna mıdır peki? Güzellik kavramı geniş olan bireyler için, güzellik bir istisna değildir. Güzellik kavramı dar olan insanlar için ise güzellik kesinlikle bir istisnadır. Ne var ki, bu çeşitliliği, tek düzeliğe indirgeyen, toplu bir güzellik anlayışı, bir estetik anlayışı bulunuyor toplumda. Bu anlayış, yukarıda bahsettiği diğer konular için de geçerli. Bizim bakış açımızı daraltan bir at gözlüğünden başka birşey değil bu yaklaşım.
Bunun yanısıra, güzel olanıın aynı zamanda iyi olduğuna dair toplum tarafından kabul edilen bir gerçek de var ki, bu gerçek, bu hataya düşmeyen bireyin varlığından şüphe ettiriyor insana.
Talihsizlikten kastım da şudur; güzel ve iyi olduğunu düşündüğümüz insanlara olan yaklaşımımıza, bir de sürekli pohpohlanan, sebebpsiz yere beğenildiğini düşünen, genel olarak "güzel" sıfatıyla nitelendirilen bir bireyi düşünelim. Her ne kadar güzellik ve estetik kavramları daha çok kadınlara yakıştırılsa da, erkekler için de aynı ıfatın kullanılabildiğini kabul edelim. Dolayısıyla bu birey bir erkek veya bir kadın olabilir.
Bu birey, aynı durumdaki arkadaşlarına kıyasla daha fazla ilgi görmekte, daha az suçlanmakta olabilir, kendisine daha iyimser yaklaşılıyor olabilir. Hatta bunun bir de zıt grubu olarak, kendisine karşı kıskançlık duyguları besleyen bir birey tarafından daha çok suçlanıyor, daha kötü bir muamele görülüyor olablir. Her iki koşulda da, toplum genelince "güzel" olarak kabul edilen bu birey, karşılaştığı tavırla, dış görünüşünü ilişkilendirme eğilimindedir.
Zaten insanların meta olarak görüldüğü reklamlarla koyun koyuna yaşıyoruz, zaten kadının fazladan nesneleştirildiği bir toplumun çocuklarıyız, zaten ürünlerini satma niyetindeki firmaların arsızca rekabet ettiği bir ekonomik düzendeyiz ve zaten hayat oldukça sıkıcı... Ne olmasını beklersiniz ?
Güzel olan birey, bunun avantajlarını kullanır hale gelir. Kullanmaya niyeti olmasa bile toplum onu bu yöne sürükler.
Tesettürlü bir bayan, inancını dışa vurması sebebiyle daha rahat iş buluyorsa, tesettürünü kullanmayı öğrenir.
Özürlü bir birey, insanlardan daha rahat para istiyorsa, özrünü kullanmayı öğrenir.
Etik açıdan değerlendirmelyim, peki. Bu durum etik midir?
Etik nedir ki? :D Sen misin etiği tanımlayacak olan. Kofi Annan mı? Din adamları mı? Kimdir o?
Geçiniz. Etik değerler tanımlanamaz. Tıpkı güzelliğin de tanımlanamayacağı gibi...
Biz ancak toplumun genel yargıları ile birey tutum ve davranışlarının örtüşüp örtüşmediğini kendimizce değerlendiririz. Doğru veya yanlış oluşuyla da ilgili çok net kanaatlere varabiliriz. Bana sorarsanız, bu kanaatler külliyen çöptür.
Güzel olan ise, güzelliğinin içinde kaybolmaya mahkumdur. O güzeldir, ondan başka birşey beklemezsin, yiter gider o.
Hatta, kendisine deli olduğu söylenen birey de deliliği içinde kaybolur gider! Toplumun dışında kalır, kendi içinde yitip gider. Oysa mevcut yaklaşımımızla, psikiyatri, deliliğin sadece %5 ini tam anlamıyla tedavi eder. Kimse sorgulamaz , % 5'lik bir iyileşme sağlayan bu yöntemlerin gerekliliğini.
Böyle bir hayat işte, daldıkça kaybeder insan aklını.
Aradığım sorunun (yazının ilk cümlesine atıf) cevabı da, bu belirsizliğin içinde gizlidir. Gerçekten doğru ve yanlış yoktur. İnsan, bu olan biten karşısında o kadar acizdir ki, tutunacak dal arar; din, bilim, aşk... O dalların hiç biri, ağacı sahiplenmenizle sonuçlanamaz. Milyarlarca ağdan oluşan bir model kurabilirsiniz, ancak geleceği hiç bir zaman öngöremezsiniz, herşeyi tam anlamıyla açıklayamazsınız. Bunun çözümü de, sıfat kullanımının yasaklanmasıdır herhalde. Oysa sıfatlar, duyguları ifade eder, duygular da tam olarak anlamlandıramadığımız, bilinçaltımızla desteklenen, çoğu zaman bize mantıktan çok uzak işler yaptıran ancak yakamızı da hiç bırakmayan olgulardır bana sorarsanız. Duygular değil midir "güzel" sıfatını ortaya atan? Evet, onlalrdır herhalde, ortaya atabilirler, kabul. Benim sorunum bu duyguları yönlendiren başka akıllarla.
Evla