31 Mart 2013 Pazar

Bir Şizofrenin Gözünden

Öncelikle, bu yazıdan benim daha yeni haberim oldu, teşekkürler Burcu.

Yazarın adı Süveyda Ölüdeniz. Türkiye Şizofreni Dernekleri Federasyonu’nun düzenlediği “Gerçekler Maskelenmesin” projesi kapsamında yapılan yarışmada birinci olan yazının sahibidir kendisi. Bu yazı ve diğerlerini “Hepimiz Deliyiz” adlı kitapta toplamışlar, kitap 2010 yılında yayınlanmış. İdefix’te 5,60 TL den satılıyor.



Aşağıdaki yazının, görsellerle zenginleştirilmiş hali için youtube’da videolara bakabilirsiniz, delirme hakkı dediğinizde bir şeyler çıkıyor.

Yazı aşağıdadır.
………………….

Ben deli değilim, benden başka herkes deli olduğu için beni deli zannediyorlar. İnsanın kendi olabileceği tek yer akıl hastanesidir! Sanırdım, yanılmışım. Delirmeye bile hakkınız yok burada. Tımarhane, delirme hakkının kutsandığı mabet değil midir? Değilmiş. İnsan tımarhanede bile delirme hakkını elde edemiyorsa ölsün daha iyi. Ben size ve kendime rahatça dil çıkarabilmek için burada değil miyim, bunun için kapatmadınız mı beni buraya?Elektroşoklar tersini söylüyor bunun. Hasta bakıcının suratını görmem elektroşoka girmeme yetiyor da artıyor bile. Şehir cereyanını boşa harcamayınız efendim.

 Hayatım boyunca kendim olabileceğim bi yer aradım. Bu yer bazen bir insanın yüzü oldu, bazen sevdiğim bir kitapta altını çizdiğim cümle, bazen ölüler gibi haftalarca susmanın saltanatını yaşamak, bazen de denizin köpürdeyen mavi kaosunda eritmekle gözlerimi. Ama yetmedi bunlar. Sonuna kadar kendim olmak istedim, evreni kanıtlamak pahasına. Sanatı denedim; otoriteye karşı çıkanların birbirlerine karşı imgelerle iktidar olma çabası… Polis olun efendim, daha saygın.
İnsanın kendi olabileceği tek yer gece kalbidir! dedim sonra, insan yalnızken kendisidir! diye de uzattım. Ama insanların ruhuma bu izinsiz girişleri yok mu, beni delirtiyor: ”Sevgilim beni ne kadar çok seviyorsun” lar, “felsefe yapma, aşka gel kendine gelirsin” ler, “insanları olduğu gibi kabul et, mutlu olursun” lar vb. insanları olduğu gibi kabul edersem bu savaşları, bu gizli sömürüyü, bu öldürücü şiirsizliği de kabul etmiş olmaz mıyım; bu İsa’ya hem Edip Cansever’e, hem kendime, yeni doğan çocuklara ve gökyüzüne ihanet etmek olmaz mı?

Hepimiz deliyiz, akıllı taklidi yapmayı bıraktığımız anda tımarhaneye kapatılırız. İnsanlar akıllı taklidi yapmakta ne kadar da usta Tanrım. Bense beceriksizliğim bu konuda, daha doğrusu akıllı taklidi yapmaktan bıktım. Normal olmaya çalışmak deli olmaktan daha zor. Beklide bunu anladım. Bir ofiste çalışıyordum, deli gömleğimin (seçkin bir markaydı) üzerine kravat takmayı bıraktım.
Beni kimin delirttiğini gerçekten merak ediyorum. Babam olabilir diyorum, çocukluğumda az dövmedi beni sözcüklerle. Lise 2’de beni derste kuşumla oynarken yakalayan son Osmanlı Aysel’de olabilir beni delirten(Kaltak dediğime bakmayın, kızgınlığımdan söylüyorum, yağmurda ıslanmış bir köpek kadar aşıktım ona). Tek tek beni kimin delirttiğini hesabını yapmak zor, kısaca beni insanlar delirtti diyebilirim. Beni insanların çıldırtmasındansa gökyüzünün çıldırtmasını isterdim, karanlık yağmurun, müziğin… Beni çıldırtma hakkını insanların elinden almalıyım.

Önemsiz deliliklerimi saymayacağım, beni buraya kapattıran son çılgınlığımı anlatacağım. İntihar fikri yine Tanrım olmuştu, aynadaki yüzüme tükürüp silahımı aldım ve mahallemizdeki Büyük Çukurca Camisine gittim. Girdim içeri. Caminin tavanına iki el ateş edip namazı böldüm. Haklı olarak üzerime saldıran bir dindarı bacağından vurup “suküneti” sağladım. Gerginlik caminin duvarını çatlatacak kadar büyüktü. Fazla vaktinizi almayacağım dedim. Ve Perulu şair Cesar Mendoza’nın Acı Çekene Saygı şiirini okumaya başladım.

Tanrı’yla aynı fikirde değilim
İntihar edenlerin
Cehenneme gideceği konusunda
Kainatın yaratılışına
Katılmaktan bıktığımda ruhum
İntihar edeceğim ben de
Denenmemiş bir yolla
Nerdeyse bütün akıllı kalpler
İntihar edip s.ktir çekmiş yeryüzüne
Ben ateist değilim, babasıymış gibi
Tanrı’ya küsen bir çocuğum.
Eğer Tanrı intihar edenleri ve Nietche’yi
Cehenneme gönderirse
Cehennemde yanmayı tercih ederim ben de.
Tanrı dürüstlüğü sever.
Tanrı’nın hayal gücünü beğenmiyorum
Ben Tanrı olsam
Peygamberler göndermez,
Direk konuşurdum insanlarla
Ben Tanrı olsam
Hitler’e iyi kalpli bir Yahudi olma cezası verirdim
Yahut yetenekli bir yazar yapardım onu
İçindeki kötülüğü insanlara değil
Tuvallere boşaltırdı
Ben Tanrı olsam
Devletler yok olur,
Gül kokulu bireyler var olurdu sadece
Atlar çılgın zamanları koşardı
Ben Tanrı olsam
Düşünce gücüyle herkesin
İstediği karakter olmasını sağlardım
Dünya bir şiirin
Yaratılım sürecine dönüşürdü böylece
Ben Tanrı olsam intihar ederdim
insanlarla birlikte
Acı çekmeyi öğrenemediğim için.

Sessizlik ağır bir kaya gibi hepimizin üzerine çökmiüştü. Cemaat beni linç etmek için fırsat kolluyordu, seziyordum bunu. Tabancam tek dostumdu o anda. O sırada cemaatten yaşlıca bir adam bana doğru yürümeye başladı. Dur diye bağırdım, dur …, yoksa…dinlemedi yavaş yavaş ağır çekimde yanıma kadar geldi gözlerinde diğerlerinde ki gibi öfke değil,merhamet gibi bir şey vardı. Tanımıştım, babamın arkadaşı Ahmet abiydi. “dinle beni, Allah’ın kendin olduğunu anlayıncaya kadar hep acı çekeceksin” dedi usulca. Ellerim titremeye başlamıştı, bu sözler dikenli bir çalı gibi saplanmıştı içime ama acıtmıyordu. Silahımı aldı, beni linç etmek isteyen kalabalığı ve zamanı bir el hareketiyle durdurdu.

Sonrası…Sonrası buradayım işte. O yaşlı adamın Ahmet Abinin sözünü hatırladığımda sakinleşir gibi, içimdeki bir sırra erer gibi oluyorum ama izin vermiyor insanlar ve anılar kendim olmamama, içimin sularına bir balık gibi dalaraktan. Dışarıdayken bir söz vermiştim kendime:onlar ne yaparsa ben tersini yapacağım! diye. Onlar yalan mı söylüyor, ben doğruyu söyleyeceğim. Onlar boyun mu eğiyor, ben isyan edeceğim. Hem de her şeye. Onlar sanattan nefret mi ediyor, ben inadına Mozart dinleyeceğim, ölü yazarlarla dostluk kuracağım, 7. Mühür’ü, Sonbahar’ı ve Seven’ı izleyeceğim. Onlar paraya mı tapıyor, ben yağmurda ıslanmaya tapacağım . Onlar statünün getirdiği saygınlığa mı inanıyor, ben serseriliğe ve kaybetmişliğe sokak olacağım. Sonuç: İnsanın Tanrı’ya inancının kaybetmesinden daha kötü olan bir şey varsa o da insanlığa inancını kaybetmesidir. Siz insansanız ben insan olmayı reddediyorum. Deli olmam güllerle birlikte açmama, zamanın dışına taşmama engel değil; tam tersine bunlara açılan kapı.

Bu arada delilerin söz söyleme özgürlüğünden bol bol yararlanıyorum. Geçen gün bağırmaya başladım: “Sizin sığınacak bir Allah’ınız var, benim yok. Benim sığınacak yalnızca kelimelerim var. Deliliğini topluma kabul ettirebilene dahi derler; ben ettiremedim, tımarhanedeyim.”. Güldüler. “Aklın fazlası cehennem” dedim, güldüler. “Her çocuk, Tanrı’nın gönderdiği bir peygamberdir ve unuturuz büyüyünce peygamber olduğumuzu. Gider bir öğretmen oluruz, işçi, pezevenk,mühendis, memur…” dedim, güldüler. Şehir cereyanına bağladılar beni. Güldüler s.ktir çektiler, kalbimin içinde çarpan kalplere. “Çirkinleştireni her yerde, ey dünyayı kutsallaştıran çılgınlık nerdesin? “dedim. Güldüler. “Öyle bir şekilde yan yana getirelim ki sözcükleri, herkesin orospusu olmaktan kurtaralım onları” dedim ,güldüler.

Zaman geçti. Artık çıplakken bir şey söyleyemiyorum insanlara, kişiliklerim birbirleriyle yaşamayı öğrendi, gidecek başka bir bedenleri olmadığını anladı en sonunda. İlaçlarımı düzenli kullanıyorum, sigarayı azalttım. Buradan çıkmama az kaldı doktorum Alper Bey söyledi. Geçende kendi kendime Cemal dedim Cemal! İsmim Cemal bu arada-: Hayatı güzelleştiren şey tehlikeyi sevmektir. Hayatı güzelleştirmek istiyorsan dünyanın en tehlikeli şeyini sevmeyi öğrenmelisin: İnsanı! Buna kendini sevmekle başlayabilirsin. Hak verdim Cemal’e. Güzel konuşuyordu, inandım ona. Cemal’e borcumu ödeyeceğim. Yeryüzünde insanlar tarafından kanatılmamış hiçbir aşık olmayı yeniden deneyeceğim. Cemal’e borcumu ödeyeceğim. Az kaldı, bekleyin beni.

…………..
I do not agree with God about the people who committed suicide shall go to hell.
When my soul got tired of participating to the creation of the universe, I am going to commit suicide, too; using a way that never had been tried before.
Almost all smart hearts, had committed suicide and told the earth to fuck off.
I am not an atheist, like he is the father, I’m a son who is offended to God
If God sends the people who committed suicide and Nietzsche to hell, I’d rather burn in hell, too. God loves honesty…
I do not like God’s imagination.
If I were God I wouldn’t send prophets. I’d talk to people directly.
If I were God, I would punish Hitler with making him a kindhearted Jew. Or I would make him a talented writer. So he would open the evil in his heart into canvases instead of people.
If I were God states would disappear; rose scented individuals would exist only.
Horses would run the wild times.
If I were God I’d provide a mind-power to everyone that makes it possible to be the character they wanted to be. So the world would turn out to be the creation process of a poem.
If I were God I would commit suicide, because I couldn’t learn to suffer with people.

César Mendoza
…………

Evla

30 Mart 2013 Cumartesi

Saksıdaki Filize, Çöpteki Çocuğa...

İnsan kendini o kadar yorgun hissediyor ki bazen, kendisinden bıkıyor, hayattan bıkıyor. Sonra, saksıda bir filiz, narin, incecik bir dal, ucunda küçük yapraklar, güneşe dönmüş… Siz bitti dedikten sonra, her şey yeniden başlar mı? Yeni bir toprakta, yeni bir havada…

Evla

29 Mart 2013 Cuma

İsrail Bariyeri

Berlin duvarından sonra bu konuyu araştırmak insanın canını yakıyor açıkcası.

Bu duvar, İsrail’in Filistin sınırlarına kapak atmasının ardından, Filistin halkının isyanından korunmak amacıyla yapılmış. 21 Şubat 2002′de başlanmış. İsrail Başbakanı (aynı zamanda emekli general) Ariel Şaron’un kararıyla, yeşil güvenlik alanı oluşturulması fikriyle başlamış, daa sonra 3 Haziran’da duvarın ilk bölümünün (110 km) inşası onaylanmış. Duvar boyunca, her 200 m’de bir gözlem kulesi var. Diyorlar ki: İlk etabın inşası sırasında, duvar ile Filistin bölgesi arasında kalan yaklaşık 35 metre içindeki tüm evler (yaklaşık 280 Filistinlinin evi) yıkılmış, 83.000 ağaç sökülmüş, 35.000 metrelik sulama ağına zarar verilmiştir.( Kaynak için buraya tıklayınız.)

4 Haziran 2003, Filistin devlet başkanı Mahmud Abbas (solda), Amerika devlet başkanı George Bush (ortada) ve İsrail devlet başkanı Ariel Şaron’un aynı kareye sığan fotoğrafı çekilmiş. Kaynak için tıklayınız.



Ekim 2003 yılı Birleşmiş Milletler (BM) Raporu: BM, İsrail’in bu duvar örme işinin tamamen yasadışı ve insan haklarına aykırı olduğuna dair rapor çıkarmış.
,
Ocak 2010 Wikipedia: Birleşmiş Milletler, kurulduğu tarihten bugüne kadar, İsrail’e 79 adet çözüm önerisi oluşturmuş.

23 Kasım 2010 Yeni Şafak Gazetesi: İsrail, Mısır sınırına güvenlik amaçlı duvar örmeye başladı.

Mayıs 2011 Wikipedia’dan duvarın geçtiği yerleri gösterir harita:


9 Nisan 2012 Yabancı bir kaynak: Duvarlar 8 metre yüksekliğinde, duvarların dibinde de 2 metre yüksekliğinde elektrik akımı geçen teller var. Bu fikir ilk olarak Ilan Tsi’on tarafından 2001 yılında “Yaşam çitleri” olarak başladı, daha sonra Sharon geldi ve yeşil alan ile başladılar. 2002 yılında da inşa edilmesi için karar alındı.

8 Ağustos 2012 Sabah Gazetesi haberi: 438 km’lik kısım tamamlandı, duvar bitince 708 km olacak.

1 Ocak 2013 Aljazeera internet sitesi: Dr Bihan Waimari (Birzeit Üniversitesi Psikoloji Bölüm Başkanı) dedi ki, “Bu duvar, gelecekteki belirsizliğin, işgalin devam etmesinin yadigarıdır. Bugün için bir denetim noktası olabilir, ama yarın öyle olmayacak. Ne var ki, duvarı ortadan kaldırmak mümkün değil, o yerleşti (sabitlendi)”

Duvar yüzünden, kendi yaşam alanında ayrı kalan insanlar için bir Filistinli’nin (Moaz Zatari) yorumu şu şekilde olmuş: “Bu alan, uyuşturucu satışının merkezi haline geldi. Ayrıca hayat kadınlarının olduğu alanlar da var. İnsanlar bu durumu önemsemiyorlar: şhirde gurur kalmadı çünkü insanlar buraya ait değiller. bir koğuş şehri haline geldi burası. son seçimlerde, burada yaşayan pek çok insan burada oy kullanamadı, çünkü asıl ikametgahları burada değildi.”



13 Mart 2013 İnternet Sitesi haberi: 8 Mart dünya kadınlar gününde, 50-60 Filistinli kadın, duvarın Kalkilya kapısının önünde duvarı protesto etmişler. Bu kapıdan geçiş, haftanın üç günü, belli saatlerde mümkün oluyormuş ve bazıları duvarın öteki tarafında kalan topraklarını ekip biçmek için bu kapıdan daha sık geçmek istiyorlarmış. Kadınlar ayrıca bu denetim noktalarında cinsel tacize de uğradıklarını söylemişler. Bu bölgeden kalan insanların elektrik ve su gibi temel kaynakların sıkıntısını çektiklerini, çadırlarda yaşadıklarını da söylüyorlar.

15 Ocak 2013 New York imes haberi: Filistinli bir genç, bariyer yakınlarında, İsrailli askerler tarafından öldürülmüş.


Berlin Duvarı, 28 yıl ayakta kalmıştı, İsrail’in duvarı ise 2013 yılında 11. yaşında… Birleşmiş Milletler bundan yıllar önce rapor çıkartmış, kâr etmemiş.

Gelelim duvar üzerindeki grafitilere:
















Not: Bu fotoğrafları internette buldum, bir kısmı montaj olabilir ama son 3 tanesi değil.
Not 2: Aşağdaki şarkı, bu yazıyı yazdığım sırada denk geldi, ben çok yakıştırdım. (Zuhal Olcay – İhanet)

Evla

28 Mart 2013 Perşembe

Berlin Duvarı

Bu duvar, tarih içinde çok başka anlamlar kazanmış, Türkiye’de olsa çoktan yıkılmıştı veya adı “sevgi duvarı” olarak değiştirilmişti :) Ama bakın almanlar ne yapmış!

İkinci Dünya Savaşı’nda yenik düşen Almanya’ya yerleşen Rusların etkisiyle, 13 Ağustos 1961 yılında inşa edilmeye başlanmış, amaç; Berlin’in doğusunu ayrı bir dünya gibi, batı Berlin’den ve Almanya’nın kalanından ayırmakmış. Almanya Demokratik Cumhuriyeti (German Democratic Rebuplic) tarafından (doğu tarafı) yapılıyor bu duvar, sadece duvar da değil, etrafında gözcü kuleleri de inşa edilmiş, üzerinde tel örgüller de var. Bu duvar toplam 155 km imiş. Almanya Demoktarik Cumhuriyeti’nin amacı, kendi halkını faşistlerden korumak, kendi içlerinde sosyalist bir yapı yaratmakmış. Tabi oralarda Rus askerler de var, duvarın etrafında nöbet tutuyor onlar da. 2.Dünya Savaşı sonrası nasılsa bu dönem, Almanya yenilmiş, ülke karmakarışık.

Doğu Berlin, yani Almanya Demoktarik Cumhuriyeti (ADC) nin yönettiği taraf; nazilerden arınma (denazification) politikasının, batı Berlin’de tam olarak uygulanmadığından dem vuruyormuş. Ayrıca, doğu Berlin’den batıya kalabalık gruplar halinde göç edenler oluyormuş, bunu da engellemek istemişler. Göçlerin sebebi ise, otoriter rejimden kaçmak ve ekonomik yönden daha iyi durumda olan batıya yerleşmekmiş.

Kaçanlar çabuk fark edilsin diye de, duvarın doğuya bakan tarafı beyaz renge boyanmış, batıya bakan tarafında ise grafitiler var.

Bu arada, bir şekilde batıya geçmeyi (tünel kazanlar, balonla kaçmaya çalışanlar olmuş) başaranlara Batı Berlin, maddi destek veriyormuş.
Şimdi komik geliyor insana, faşistlerden dem vuran ve tamamen otoriter davranan sosyalist bir yönetim… ama o dönem tüm acılarıyla yaşanmış işte.

O dönemde bu duruma itiraz edenler olmuş, bunu bir “utanç duvarı” olarak değerlendirmişler ve bu duvar, Doğu Berlin’in kaçışları engelleyemediği için çaresiz kalmasıyla, 9 Kasım 1989 yılında kısmen yıkılmış. Çok da eski değil…

Bu arada, doğuda baskı altında olmalarına rağmen, kamu güvencesiyle eğitim ve sağlık hizmeti alan bazı kişiler için bu duvarın yıkımı üzüntüye yol açmış diyorlar. Rekabeti tanıyan batı Berlin halkının yanında maddi zorluk yaşamışlar.

Esas bu yaşananlara rağmen, bu duvarın tarihi bir değeri olduğunu savunan Alman vatandaşlara değinmek lazım bence. Duvarın kalıntıları, tarihi değer olarak koruma altına alınmış.
Bugünlerde Berlin Duvarı ile ilgili haberler çıkıyor, belki izlemişsinizdir. Bu duvara yakın bir yerde inşa edilen bir yapıya yol açmak amacıyla, bu duvarın bir bölümünü kaldırmak istemişler. İnsanlar da, bu duvarın tarihi bir değer olduğunu söylemiş ve 1 hafta kadar duvarın önünde protesto yapmışlardı. Ne var ki, protestolar fayda etmemiş, duvarın bir kısmı kaldırımlış. Duvar, koruma altında olduğu halde, duvarın bulunduğu zemin koruma altında değil, dolayısıyla firmanın bu girişimi tamamen yasalmış, tabi firma, işi bittikten sonra duvarı yerine bırakacağını söylemiş. Konuyla ilgili habere buradan ulaşabilirsiniz. İnsanlar nasıl duyarlı, ne güzel bir tepkidir bu.
Bu arada, duvarın başka bir güzelliği de üzerindeki grafitilerde gizli.

Bunlardan en dikkat çekeni: Dmitri Vrubel tarafından yapılan Erich Honecker ve Leonid Brejnev’in öpüştüğü çizimdir:


Çizimin altındaki yazı ”Mien Gott, hilf mir, diese tödliche Liebe zu überleben”, “Tanrım, bana bu ölümcül aşktan sağ çıkmam için yardım et” anlamındaymış. Çizimde, Alman Demokratik Cumhuriyet’in kuruluşunun 30. yılında yapılan kutlamalarda (1979) çekilen bir fotoğraftan esinlenmiştir. Brezhinev (soldaki), Rusya Komünist partisi genel sekreterliği gibi işlerde bulunmuş bi Rus; Honecker ise Almanya’daki sosyalist partinin genel sekreterliğini yapmış bir Alman. Bu arada, buradaki öpüşme gerçekten de yaşanmış, Rusya’da erkeklerin birbirlerini dudaktan öpmesi, saygı göstergesiymiş.

Diğer çizimler:












İnternette başka çizimlere de ulaşabilirsiniz.

Yazıyı bitirmeden önce, Scorpions’ın bir şarkısı var Wind of Change (Değişim Rüzgarı) diye, o şarkı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin düşmesini anlatıyormuş, bu sebeple, Berlin Duvarı’nın yıkılışı da bu şarkıyla özdeşleştirilmiş. Klibinde de Berlin Duvarı’nın yıkılış görüntüleri var.
İsrail’de de bir duvar var ama onu başka bir yazıya bırakmayı tercih ederim, bu yazının tadı kaçmasın.

Evla

26 Mart 2013 Salı

Kıyaslama

Cetvel, tartı, bütün ölçü birimleri, dedikodular, pencere gülü teyzeler…

Kendimizi; boyumuzu, kilomuzu, huyumuzu, düşünce yapımızı, tepkilerimizi açıklarken sadece kendi değerlerimizi kullansaydık ne olurdu?

O zaman, toplumun kalanına kıyasla şişman olarak değerlendirilen birisi, belki de kendisini “tığ gibi zayıf ” olarak tanımlardı. Bu durum da toplumun genelinde “zayıf” olarak değerlendirilen kişileri sinirlendirirdi, “sen zayıfsan ben neyim?!” derlerdi.

Toplum genelinde “çok zeki” olarak tanımlandırılan bir kişi, sadece kendi değerlerine göre kendisiyle ilgili bir karara varsaydı, belki de kendisini “geri zekalı” olarak nitelerdi.

Bu kıyaslamaları yapamasaydık, yaşam bambaşka olurdu.

İlişkiler için de “kıyasama düzeyi” denilen bir mantık var, eşiniz veya sevgilinizi, mevcut olan seçeneklerle kıyasladığınızda, o seçeneklerin en iyisi olarak görmüyorsanız, o ilişkiyi yürütmeniz mümkün değil, daha iyi bir seçenek bulduğunuz zaman o yeni seçeneğe ilginiz kayacaktır çünkü. (Sosyal psikoloji dersinden çaldım bu yorumu)

İnsan zihni sürekli işler haldedir ve birey, yeni tanıştığı bir kişiyi, mevcut tanıdıklarıyla kıyaslamaya girecektir. Bu kıyaslama olmasaydı, karşımızdaki bireyi, olayı, nesneyi bir yere koymamız, anlamamız mümkün olmazdı herhalde. Bu kıyaslama sonucunda vicdanımızı rahatsız edecek bir sonuçla karşılaşabiliriz. Bunu engellemek için, insanlar, hayatlarındaki kişiyle başkalarını kıyasladıkları temel değerleri bile değiştirebilirler.

Örneğin; genç haliyle çok güzel/yakışıklı birisini tercih eden kişinin kıyaslama yaptığı değer bir süre sonra değişmezse, bu kişi hayatındaki, yaşlanan insanı terk edip, daha güzel/yakışıklı birine gidecektir. Yapacağı vicdan muhasebesi sonucu kıyaslama yaptığı değeri değiştirmeye karar verirse de kendisine şunu söyleyecektir : “Aslında güzellik çok da önemli değilmiş, bunu anladım.”. Tabi burada, güzelliğe verdiği değer azalırken, başka konulara verdiği değer de artacaktır.
Buradaki değişikliği yadırgamıyorum elbette, bu doğal bir süreç; ancak insanın karar almadaki, anlamadaki mantığına bakar mısınız? Bana bir garip geliyor bu kıyaslama işi.

“Neden böyle?” diye bile sorgulayamıyorsun ki! Tadı tuzu olmayan, bir yerlere bağlanmayan bir konu bu. Böyle işte…

Evla

23 Mart 2013 Cumartesi

Sır Saklamak

Didemciğim, aklıma daha önce konuşmadığımız bir konu takıldı, bu konuda farklı düşündüğümüzü biliyorum, dolayısıyla zevkli bir tartışma olacak bence. Hem ben de bir umut kendimi aklamış olurum :))

Açık oturumun açılış sorusu şu, İnsan neden sır saklar?
  • O bilgiyi başkasının bilmemesini istediği için.
Başka bir seçenek olabilir mi? Belki ek seçenekler vardır ama temel sebep budur herhalde, değil mi? Peki neden bir başkasının bilmesini istemez?
  • Başkasının anlamayacağını düşünür: Neden? karşısındaki insanı kendisinden daha akılsız görebilir.
  • Başkasını ilgilendirmediğini düşünür: Neden? kişinin öylesine bir arkadaş olduğunu düşünebilir.
  • Fazlaca detay olduğunu ve gereksiz bir bilgi olduğunu düşünür: Madem gereksiz, o zaman neden sır diye saklıyorsun?
  • Başkası öğrendiğinde o düşüncenin değerinin azalacağını düşünür: Neden? Düşüncesinin aslında çok da değerli olmadığının veya kırılgan bir zemin üzerinde olduğunun içten içe farkındadır herhalde.
  • Bir hata yapmıştır, bu hata kendisine kalsın ister: Neden? Bu hata sebebiyle kendisini suçlamaktadır, başkalarının da onu suçlayacağını düşünebilir.
  • Başkası öğrenince cezalandırılacağını düşünür: Neden? Kendisinin cezayı hak ettiğine inanmıştır çünkü.
  • Öğrenen kişinin üzüleceğini düşünür
  • Bir sürpriz bozulmasın diye sır tutar (Bu son iki maddeyi, yazının devamında, bu konunun dışında tutacağım.)
Sır saklamak ile yalan söylemek arasında da tuhaf bir ilişki vardır. Eğer karşınızdaki insan size sırrınızla alakalı bir soru soruyorsa ve siz bunu bir şekilde kaçamak cevaplıyorsanız, o zaman “beyaz yalan” söylemiş sayarsınız kendinizi.

Örneğin, çok yaşlanmış bir akrabamıza, kanser hastası olduğunu söylememek gibi…
Örneğin, çocukluğunda cinsel tacize uğramış bir çocuğun, babasının hapse girmemesi için, bu durumu ailesine söylememesi… (Bu sebeple sır saklayan kişinin kaleminden : http://saynotomean.blogspot.com/2012/07/secret-secret-ive-got-secret-secrets-we.html – 23.paragraf)
Bunlar da sırdır. Dolayısıyla, bazen sır saklamanın bazı güzel yanları vardır. Amaç, karşınızdaki insanı üzmemek ise, sır saklamak kabul edilebilir bir hal alır bizim vicdanımızda. Bu tip bir sırrı saklarken beyaz yalan söylediğinizde, neticede kendinize iyi bir niyetiniz olduğuna dair telkinde bulunursunuz. Bu konuda diyecek bir sözüm yok.

Benim esas üzerinde durmak istediğim konu ise, diğer sebeplerle sır saklama konusudur, o yüzden son iki maddeyi burada devre dışı bırakacağım. Benim aklıma gelmeyen, iyi niyetle sır saklama sebeplerinin hepsini dışarıda bırakalım. Kalan bütün düşünceler, karşımızdaki insanın bizim sırrımızla ilgili düşünceleri üzerine olan korkularımızdan kaynaklıdır.

Aklımızdan muhtemelen şunlar geçer: “ Beni yargılarlar, benimle bir daha konuşmazlar” “Bunun bedelini ödemek zorunda kalırım.” “Düşüncelerimi eleştirirler, beni aşağılayacak bir şeyler söylerler.” “Konuyu eşeleyip, başımın etini yerler.”

Ne olursa olsun, bence sır saklamaktaki temel neden, normlardır ve bizim sırrımızın normların dışında oluşundan korkmamızdır.

Biraz kendimizi zorlasak? O kırılgan inancımızı, düşüncemizi, duygumuzu, birilerine (ama bizi dinleyen, bize değer veren birilerine) açsak?

Belki de çok saçma bir şeyi sır diye saklıyoruz? Belki daha akıllıca ve bize yol gösterecek bir yorum alacağız? Dünyanın en zeki insanı biz değiliz herhalde, mutlaka gözümüzden kaçan bir şey vardır. Belki de sadece bizim başımıza gelmemiştir bu?

Olanları açık açık anlatıp, alacağımız tepkilerle başa çıkabiliriz, kendimizi buna hazırlayabiliriz. Neden kendimizi susmak, saklamak için zorlayalım ki?

Her şey insan için değil mi?

Didem, ben pek sır saklayamıyorum, biliyorsun. Samimi ve zeki insana, bana da az çok değer verebilmişse bütün hayatımı anlatabilirim. Bu biraz çocukça geliyor biliyorum, ama insan yaşadıklarından utanmamayı öğrenmeli bence. Böyle düşündüğüm için de, başkalarının sırlarını da saklamakta zorlanıyorum, sen de biliyorsun halimi. Bu bencillik gibi duruyor biraz, ama ben aklıma geleni söyleme taraftarıyım, aklıma gelen bilginin kime ait olduğunu o anda tartmıyorum, o bilgi, koskoca dünyada tek bir insana ait olmamalı diye düşünüyorum. Burada önemli olan ayrım ise, bir insanın bana vermiş olduğu sırrı, bu insanın kötülüğüne kullanmamaktır diye düşünüyorum.
Gerçi sır saklama fakirliği, bazen insana zarar da veriyor, kolay yönlendirilebilir hale geliyorsun, ama bir süre sonra buna da bir hal çare bulursun.

Hem, herkes her şeyi açık açık konuşsaydı, insanı daha iyi tanıyor, kendimizi de bu kadar yargılamıyor olmaz mıydık? Sırrımızı artık saklamanın bir anlamı olmadığını düşünmez miydik?
Sır tutmayı bilen, başkalarının sırrını kendi sırrı gibi koruyan kardeşim, sen ne dersin bu konuda?

Sevgilerle

Dipnot: Bu yazıdaki her saçmalama şahsıma aittir, bir kaynaktan faydalandığımı söyleyemeyeceğim, geçmişten esinlenmiş olabilirim falan filan.

Evla

22 Mart 2013 Cuma

Michelangelo


Tam adı Michelangelo di Lodovico Buonarroti Simoni olan kişidir. Ressam, heykeltıraş, şair ve mimardır (mühendis olduğunu da söylüyorlar) kendisi . İtalya’da Rönesans döneminde yaşamıştır. Yine aynı dönemlerde yaşamış Leonardo Da Vinci ise, bu özelliklerin yanı sıra: matematikçi, anatomist, botanikçi olarak da anılmaktadır, bu yüzden mesleki çeşitlilik sizi şaşırtmasın.
Michelangelo, 6 Mart 1475 yılında doğmuş, 6 yaşındayken annesini kaybetmiştir. Daha sonra bir vesile ile Medici ailesiyle tanışır, belki de hayatını değiştiren olay budur.
İtalya’da çok ünlü bir Medici ailesi vardır, Floransa kökenli bir ailedir, 14.yüzyılın sonlarında güç kazanmışlar. 1397 yılında Medici Bankası’nı kurmuşlar. Floransa şehir devleti haline gelince Medici ailesinin bir üyesi de 1434′te gayri resmi olarak bu devletin başındayken, 1537′de Floransa Dükü olmuş, bu sayede Medici ailesi, kraliyet soyuna karışmıştır. Ayrıca, aile üyelerinin 4 tanesi (1513 – 1523 – 1559 – 1605 yıllarında göreve gelerek) Papalık görevini üstlenmiştir. Ailenin bir de bankası varmış, Avrupa genelinde güçlü kabul edilen bir banka imiş bu, varın gücünün nereden geldiğini siz anlayın.
Hemen yanda, ailenin kraliyet sembolü bulunuyor. 1657 yılında ailenin bir üyesi, Floransa’da akademik bir topluluk kuruyor, Academia del Cimento adıyla. Bu arada, ilk bilimsel topluluk olduğunu söyleyen Royal Society’nin kuruluş yılı 1660′tır (!). Academia Del Cimento üyelerinden birisi ise, Galileo Galilei. Hani, evrenin merkesinin Dünya olmadığını, Dünya’nın güneşin etrafında döndüğünü iddia eden Copernicus (Kopernik) ‘un düşüncesinin savunan Galileo, kilise ile çatışan, 1632 yılında da bu çatışmanın bir sonucu olarak ömür boyu ev hapsine mahkum olan bilim adamıdır.
Konuyu daha fazla dağıtmadan esas adamımıza geri dönelim. Michelangelo 13 yaşında (1488), Domenico Ghirlandaio adlı ünlü bir ressamın yanına öğrenci olarak girmiştir. Michelangelo’nun öğretmeni, aynı zamanda Medici Ailesi’nin finansal desteğiyle çalışmaktadır. Bu ilişki sayesinde Michelangelo da o meşhur Medici ailesinin bir üyesiyle tanışma fırsatı bulur. Ghirlandaio, 1494 yılında hayatını kaybeder
1498 yılında, Pieta olarak bilinen kompozisyona başlar ve 1 sene içinde tamamlar bu heykeli. Pieta’nın içeriğinde, Meryem, ölü İsa’yı kucağında taşımaktadır, İsa çarmıha gerilmiş ve öldürülmüştür. Michelangelo’nun yaptığı Pieta eserinin önemli bir farkı ise Meryem’in yüzündeki ifadedir, Meryem hüzünlü değil huzurlu görünmektedir. Bir iddiaya göre, Michelangelo, Dante’nin İlahi Komedya adlı eserinden etkilenmiştir, ki daha önce Auguste Rodin tarafından yapılan “Düşünen Adam Heykeli” (Bununla ilgili bir yazı yazmıştım, buradan ulaşabilirsiniz.) de Dante’nin İlahi Komedya adlı eserinden etkiler taşıyordu. bu arada İlahi Komedya eseri , 1308 yılında yazılmış bir esermiş, oldukça eski değil mi? Bu eseri araştırmak şart oldu artık.
Pieta’ya geri dönersek; bu eser orantısızdır, Meryem’in omuzları olması gerekenden daha geniştir mesela, hatta vücudu da iricedir, ancak bu sayede, İsa onun kucağına oturtulabilmiştir. Ayrıca Meryem’in üzerindeki askıda Michelangelo’nun adı yazılıdır, adının yazılı olduğu tek eser de budur.
Bir katedral için 20 heykel yaptırmak isteyen kilise mensupları, bir tanesi Donatello tarafından yapılan heykeller den Davut heykeli (solda) için Agostino adlı bir ressam ile anlaşılır. 1464 yılında alınan bu karar bilinmeyen sebeplerle askıya alınır, ancak Agostino heykelin bacaklarını yapmıştır bile. Sadece bacak halinde kalan heykeli tamamlamak, 1501 yılında Michalengelo’ya düşer. Böylece 1504 yılında tamamlar çalışmasını, Davut (David) heykeli hemen yan taraftadır. Davut ve Golyat (Calut) arasında geçtiğine inanılan bir savaş vardır, söylenene göre yenilmez olan Golyat’ı, Davut taş ve sapanıyla yenmiştir.
5 metreden biraz daha fazla yükseklikteki bu heykelin bazı kusurları vardır, Pieta’da olduğu gibi bu heykelde de ölçek hatası olduğu söylenir. Örneğin, sağ eli, sol eline göre daha büyüktür. Ayrıca Davut heykelinin yüzündeki ifade oldukça öfkelidir, demişler ki, vücudun sağ tarafı sakin, sol tarafı dinamik görünmektedir. Heykelin bu açısından görünmeyen, bacağın arkasına akıllıca gizlenmiş bir destek bulunmaktadır. Davut’un sağ elinde bir taş, sol elinde de sapan bulunmaktadır. Bu haliyle, Golyat ile savaşma kararı almış ancak savaşa henüz başlamamış Davut’u temsil ettiğini söylemişler. Kusurlarına rağmen, bu heykel oldukça tanınmış bir heykeldir ve o dönemde çıplaklığın toplum önünde açıkça sergilendiği, Kilisenin de buna karşı çıkmadığını düşündüğümüzde, heykelin anlamı daha da artar. Denilene göre, ilk kez böyle bir nü çalışma sergilenmiş.
Daha sonra, 1508 yılında Sistin Şapeli’nin tavanını boyamak üzere Roma’ya gitmiş. Buradaki çalışmaları da 1512 yılına kadar devam etmiş. Bu videoda (26.dakikadan itibaren izleyebilirsiniz), Sistin Şapeli’nde bulunan Kabala sembolleri açıklanmış. Hatta aynı videoda, başka yerlerde de gördüm bu ifadeyi, Michelangelo’nun, mezardan yeni gömülmüş cesetleri çaldığını (32.dk) ve bunlar sayesinde insan anatomisi hakkında bilgi sahibi olduğunu söylüyorlar.
Sistin Şapeli’ndeki çalışmalardan bir tanesi:
Adem’in Yaratılışı (The Creation of Adam)
Michelangelo, Adem’i yaratan Tanrı’yı ve melekleri, bir beyin içerisinde resmetmiş. Ben bunu ilk gördüğümde şunu düşünmüştüm: Tanrı ve melekleri, bizim kendi hayal dünyamızda yarattığımızı ima etmiş. Ancak başka bir yerde böyle bir yoruma rastlamadım, hattan Michelangelo’nun bir Hristiyan olduğunu, Yahudilere de sempati duyduğunu söylemişler.
Başka bir çalışması: Şeytana Uyma ve Kovulma:
Bu çalışmayı da şu açıdan değerlendirmişler: Hristiyanlıkta, Adem ve Havva için yasak meyve: Elma’dır. Yahudilikte ise, yasak meyve İncir’dir ve Yılan, Adem ve Havva’yı baştan çıkartırken kollara sahiptir, daha sonra ceza olarak kolsuz bacaksız bir sürüngen olur. Bu resmin de, Yahudiliğe atıfta bulunduğunu söylemişler.
.
Ve Son Yargılama (The Last Judgement):
Bu resimde kıyamet günü anlatılıyor, İsa tekrar dünyaya geliyor ve melekler cennete gidecekleri bulutların üzerinde taşırken, cehenneme gidecek olanlar ise resmin altındaki karada kalıyorlar. Ortada, arkasında güneş olan İsa var, ve etrafında da sevdiği kulları. Resmin özelliği, kişilerden bazılarının Yahudi olması (üzerindeki kıyafetlerden anlaşılıyor) ve hatta iddiaya göre Michelangelo’nun erkek arkadaşı da bu resmin içinde, hatta İsa’ya en yakın grubun içinde duruyor. Hatta Michelangelo’nun kendi portresi de duruyor, erkek arkadaşının yanında.
Michelangelo’nun Kabala ile ilgili simgeler kullanmasını, kendisinin o dönemde Yahudilere yapılan haksızlığı protesto etmesine bağlamışlar. Kabala ile ilgili bilgi aldığı kişinin, belli olmayan bir nedenle öldüğünü de iddia ediyorlar.
Ve bir heykeli daha var: Musa
Hemen üst tarafta görülen heykelde Musa’nın boynuzları, (ayrıntılarıyla görmek istiyorsanız buraya tıklayın) uzun ve insanın gözünü alan bir sakalı var. Bir ayağı yere tam basmış, diğer ayağı ise harekete geçmek için hazırdır. Sağ elinin altında on emir, yüzünde bir öfke…
Yıl 1532: Michelangelo, aşık olduğu Tommaso dei Cavalieri’yi, 57 yaşında tanımıştır, Cavalieri ise 23 yaşındadır. Esas adamımız, yazmış olduğu 300 şiirin 30′unu Cavalieri’ye atfetmiştir. 1543 yılında Cavalieri vefat etmiş, Michelangelo onun adına 48 adet cenaze töreni vecizesi yazmış.
18 Şubat 1564 yılında esas adamımız vefat etmiştir. Ardında, pek çok eser bırakarak, herkesin içten içe olmak istediği o ölümsüz insanlardan birisi olarak gitmiştir.
Evla

Etiketler: , , , , ,

Unutmadım Sizi Sorular!

İLKOKUL BİR: Neden herkes burada toplanıyor? Neden hepimz oturmak zorundayız, ayağa kalkamıyoruz?Annem neden kapıda bekliyor? Neden bazıları ağlıyor, ben de ağlamalı mıyım, ama annem ağlama dedi? Önümdeki çocuk neden bana sorular sorup duruyor? Bu kalöriferden neden ses geliyor? Ne zaman eve gideceğim?

İLKOKUL DÖRT: Matematiği neden yapamıyorum? Ben aptal mıyım? Neden eteğim kısaldı? Okul eteğinin altına neden tayt giyilir? Neden hep aynı kıyafetleri giyiyoruz? O kız arkadaşım neden sürekli bacaklarını açıyor? Erkekler neden kızların bacaklarına bakıyorlar? Erkekler neden sadece futbol oynuyorlar?

HAZIRLIK: Neden bir sene fazla okuyorum? Neden ingilizce öğreniyoruz? Hayat neden çok boş geliyor? Neden sıkılıyorum? Neden mutsuzum? Benim ailemle diğer aileler neden birbirinden bu kadar farklı? Herkes benim gibi sıkılıyor mu?

ORTAOKUL İKİ: Neden sınıfın en uzun boylusu olmamdan rahatsızlık duydular da beden dersinde hocaya gidip “evla artık en uzunumuz değil hocam” dediler? Nasıl oldu da bir anda sondan üçüncü oldum beden sırasında? Neden her seferinde benim yüzüme top geliyorda başkalarının yüzüne hiç gelmiyor? Neden beni kimse beğenmiyor? Neden bana da aşık olmuyorlar? Ben neden çirkinim?
Madem kader var, ben ne diye yoruluyorum?

LİSE BİR: Bu okulda neden herkes serbest giyiniyor? Bana neden hala bakmıyorlar? Neden kimse gülmüyor? Neden benim gözüme bakmıyorlar, ben onarla ilgilenirken? Yan sınıftaki beni tanımayan çocuk neden gelip silgimi çok beğendiğini söyledi, bir silginin nesi güzel olabilir ki!? Erkekler neden kızlara kesik atıp kaçıyorlar, bu güzel birşey olabilir mi? Erkekler neden birbirlerinin tepelerine atlıyorlar?

LİSE ÜÇ: Nasıl oluyor da herkes bu ÖSS ye bu kadar odaklanıyor? Bende bir sorun mu var? Bu çocuk beni seviyorsa neden gelip söylemiyor? Sevmiyorsa, başını sıranın üzerine koyup neden bana bakıyor? Benim neden hiç sevgilim olmuyor, bir eksiğim mi var? Neden zerre kadar merak etmediğim dersleri ezberlemek zorundayım? Duman gibi bir grubu sevmeyen birisi nasıl olabilir? Arkadaşım neden komünistlerle takılıyor? Kızlar biraraya toplandığında neden sürekli erkeklerden bahsediyor?

ÜNİVERSİTE BİR: Neden herkes birbirine bakıp gülümsüyor? Nasıl bu kadar hızlı tanışıyorlar? Erkekler neden kız arkadaş edinmeye bu kadar hevesli? Sınıfın en ön sırasında neden oturuyorlar? Hocalarla neden sohbet etmeye çalışıyorlar? Ben nasıl aşık oldum? Benim aşık olduğum adam neden beni sevmedi? Aşık olmak aptallık mıdır?

ÜNİVERSİTE ÜÇ: Bu dersleri göreceğiz de ne yapacağız? Neden bu hoca bu kadar suratsız? Erkek arkadaşım neden beni aramadı? Erkek arkadaşım neden bazen yüzüme bir garip bakıyor? Arkadaşlarım neden ot içiyorlar? Neden her akşam barlara gidiyorlar, ne konuşuyorlar böyle? Mezun olunca iş bulabilecek miyiz? Bu kadar insan nerede işe girecek ki? İzmir’de kalabilir miyim?

İŞ HAYATI BİR: Neden müdürüme itiraz edemiyorum? Neden uzun ve açıklayıcı cümleler kurmak zorundayım, örneğin “tamam” demek yetmiyor da, “tamam Bilmem Ne bey” demem gerekiyor? Ustalar ve teknisyen kız neden beni bir türlü sevemiyor? Neden kimse yaptığım işi takdir etmiyor? Neden işçilere sürekli haddini bildirmemiz bekleniyor? Neden maaşımın bir kısmını elden veriyorlar da kalanını bankaya yatırıyorlar?

YÜKSEK LİSANS BİR: Bu hocalar bu kadar vakayı nereden buluyor? Neden biz daha önce lisansta vaka çalışması yapmadık? Hocalar neden bizimle böyle samimi konuşuyor? İşletmeciler neden mühendisleri sevmiyor? Neden iş yerindeki insanlar benim yüksek lisans yapmamı takdir etmiyorlar? Sınavım var dediğimde, neden bana anlayış göstermiyorlar?

İŞ HAYATI İKİ: Neden işçilerin sigortası yatırılmıyor? Patronun yeni jipinde işçilerin gözü kalmaz mı? Neden benim olmadığım yerde, benimle ilgili karar alıyorlar? Bu teyzeler neden benimle bu kadar ilgileniyor? Neden bana “hanım” denilmesi gerektiğine kanaat getirdiler, ben memnundum halimden? Neden anlamsız bir inat içinde bu arkadaşlar, birbirlerini takip edip enselemeye çalışıyorlar? Neden kimse kendi suçunu üstlenmiyor? Patron neden insanlara hakaret ediyor, bana da eder mi? Bu ay, elektrik faturamı ödeyebilecek miyim?

DOKTORA BİR: Hocalar neden bize çay-kahve ısmarlıyor? Hocaların odasına girmek neden ayıp kaçmıyor? Ben bu dersleri daha önce neden görmemişim? Ben neden başka bir bölüm seçmemişim zamanında? Beni neden bu kadar destekliyorlar?Neden kimse sınav yapmıyor, neden baskı görmüyoruz? Devlete olan ve gittikçe katlanan borcum beni kamçılar mı? Hayat bir algı hatasından mı ibaret?

Devamı, bundan 20 yıl sonraya…

Evla

Rutin

Tekrar eden davranışlar, nedeni tam olarak bilinmeyen kurallar, ritüeller … Her sabah yatak toplamak, her akşam yemek yapmak, her yemekten sonra bulaşıkları yıkamak… Hep aynı kağıdı imzalamak, hep aynı dosyaya bir şeyler tıkmak, hep aynı tip raporu sunmak… A bu arada, sürekli derslere girmek, her gün spor yapmak, bir müziği icra etmek gibi yaratıcılık, değişiklik isteyen rutinlerden bahsetmiyorum elbette.

Bu rutinler, bizim hayatımızı kolaylaştırıyor, biz sürekli yaptığımız birşeyi iyi yapar oluyoruz ve bu konuda kendimizi zamanla başarılı hissediyoruz. Hatta bir süre sonra bu rutin işleri düşünmeden tekrar eder hale geliyoruz, alışkanlığa dönüşüyor bu işler.

Hayatı kolaylaştırıyor ama, bir yandan da, eğer bize yeni bir şeyler öğretmiyorsa, bizi düşünmekten alıkoyuyor. Bu yüzden bence, kişi, rutin işlerden kaçmalıdır, hem de arkasına bakmadan. Aklımızı kulanmamızı engelleyen o işler, bizi köreltir. İnsanın heyecanını sömürür. Bir süre sonra, düşünmemeye alışırız, ki bu çok fena bir şey. Bu yüzden, sürekli tekrar eden ve artık anlamsızlaşan bir iş yapanlar, kendilerine mutlaka başka, dinamik bir ilgi alanı yaratmalılar: resim, el işi, müzik, spor vd. gibi…

Bence.

Evla

Yavuz Çetin

25 Eylül 1970 yılında, Samsun’da doğdu. 10 yaşında cura, sonrasında bağlama ve gitar öğrendi. 1985′te, akustik gitar ile tanıştı ve Gitar dersini Hasan Cihat Örter’den almıştır ki, bu adam gitarla klasik türk müziği, arabesk, rock, pop çalabilen bir insandır. Gitar dışında da; piyano, keman, ud, cura çalmaktadır. Amerika’da, albümleri 30 ülkede satan ilk Türk olarak da ünlenmiş bir sanatçıdır. Hasan Cihat Örter’in videolarını yayınladığı youtube kanalının bağlantısı yazının sonunda var.
Haydarpaşa Lisesi’nde okurken Ercan Saatçi ile tanışır. O ve bir arkadaşıyla daha yaptıkları “I will cry again” adlı şarkıyla, 1984 yılında ilk ödülünü alırlar. Şarkıyı dinlemek isterseniz bağlantı yazının sonundadır. Liseyi bitirince, Marmara Üniversitesi müzik bölümüne girer. Orada dahil olduğu 3. grup olan Labirent’tir ve bu grup Yıldız Teknik Üniversitesi’nin düzenlediği bir yarışmada birinci olur.
199o yılında, Blue Blues Band” kurulur. İlk üyeler; Batu Mutlugil, Zafer Şanlı, Cenap Oğuz ve Yavuz Çetin’dir. Daha sonra Cenap Oğuz’un yerine Kerim Çaplı geldi; 13 Ocak 1949 yılında, İzmir, Karşıyaka’da doğmuş, annesi ve babası müzisyen, 1978 yılına kadar Amerika’da yaşamış, orada Jimi Hendrix ile tanışmış, farklı gruplarla sahnelere çıkmış bir adamdır. Türkiye’de de pek çok sanatçının konserinde çıkmış, bateri ve gitar çalan bir solisttir. Bu grupta, hem bateri çalıp, hem de solistlik yaptığı video aşağıdaki linktedir.

Diğer üye Batu Mutlugil’dir. Bu adam, o dönemleri şöyle anlatır:
“Herif (Kerim Çaplı için söylüyor) her yerden isteniyor geçmişini bilen biliyor çok kabiliyetli ama grupta anlaşıldı ki Kerim ile anlaşmak göründüğü gibi kolay değil.. Kerim’e bakabilen bir arkadaş lazımdı ona bakmak lazımdı yani hani yolunu kaybetti yolu göstermek, banyo yapmayı unuttu banyo yaptırmak.. Yap demek yetmiyordu ona yani adamla beraber banyo yapman gerekiyor yani bu vaziyette ve bütün müzik piyasası Kerim’in bu durumunu biliyor bir müddet hastanede falanda yattı tedavi amaçlı.. İki kere Orhan’la (Orhan Atasoy) kaçırdık hastaneden onu..Adam yapamıyordu orada intihar edecem falan dedi. Sonra Yavuz’a koydular aynı teşhisi yani -Depresif Şizofrenik Paranoya- diye. Anladık ki biz bunun gerçek bir tedavisi yok..İşte sonra sağda solda işte otellerde kalıyor bilmem nerelerde kalıyor bakımsız işte bir de yapısı mapısı zayıf olduğu için otellerde son derece kötü davranıyorlardı.. Birkaç kere bunun gitarını alıkoymuşlar parasını ödeyemedi falan diye gittim birkaç kere onu otellerden çıkardık böyle kavgalar ederek otelcilerle.. Hırlı gürlü olarak Kerim’i kurtardım ben. Sonradan oturdum ben Kerim’e dedim yani bizimle düzgün çalıyorsun, sürekli çalıyorsun başka yerlede anlaşamıyorsun arkadaş yani tamam biz de sana otelinin parasını ödeyelim çaldığın zaman çaldığının ücretini ödeyelim… Sonra ben yurt dışına gittim. Arada epey bir zaman geçti ve Kerim’in böyleAmerika’da yaşadıklarından sonra buraya gelip çok yanlış insanlarla takılmaktan psikolojisinin bozulduğunu duydum… Daha doğrusu kullanmaması gereken maddeleri çok aşırı kullandığı için…”

Batu Mutlugil’in oğlu, bugün Duman grubunun gitaristi, Batuhan Mutlugil’dir.
Ve 1992 yılında, Zafer Şanlı yerine Sunay Özgür gelmiştir. Sunay Özgür, Bulutsuzluk Özlemi’nin bas gitaristidir.

1992 yılında Yavuz Çetin, Didem ile evlenir ancak 1996 (1998 diyenler de var) yılında boşanırlar.

1997 yılında, lise arkadaşı Ercan Saatçi’nin prodüktörlüğünde, ilk albümünü yapar, albüm adı “İLK” di. Bu albümde, Erkan Oğur ile çaldıkları “Dünya” parçası (linki aşağıdadır), “Propaganda” filminde kullanılır. Albümdeki parçalar aşağıdaki gibidir:
  • Erkeğin Olmak İstiyorum
  • Bilmem Neden İnat Ettin
  • Sahil
  • Bodrum Gecesi Yüzünden
  • Kimse Bilemez
  • Gecenin Rengi
  • Ağlamayı Sevmem
  • Seni Çok İstiyorum
  • Onun Şarkısı
  • Hisset Beni
  • Fanki Tonki Zonki
  • Dünya (Erkan Oğur)(Enstrümental)
2000 yılında, ikinci albüm çalışmasına başlar, ancak albümün yayınlanması, kendisinin ölümünden 3 ay sonra gerçekleşti. bu yüzden, ikinci albümündeki klip görüntüleri, eledeki görüntülerin toplamasından oluşturuldu. 15 Ağustos 2001 yılında, Yavuz Çetin yaşamaktan vazgeçer.
Daha sonra piyasaya sürülen albümünde aşağıdaki parçalar bulunur:
  • Cherokee
  • Benimle Uçmak İster misin?
  • Oyuncak Dünya
  • Bul Beni
  • Sadece Senin Olmak
  • Yaşamak İstemem
  • Kurtar Beni
  • Köle
  • İstanbul’a Ait
  • Her şey Biter!
Yavuz Çetin’in ilk ve ikinci albümleir arasında bariz bir fark vardır, ikinci albümde daha depresif şarkılar bulunur. Hayatı sevinçle karşılayan o adam, ne olduysa, zamanla yaşamdan bıkar. Bu değişiklikte eski eşinin etkisinin olmadığını düşünmek aptallık olurdu herhalde.
…………………………………………

KURTAR BENİ
Bir gökyüzü düşündüm morlara bürünmüş
Bakır gibi yakıyordu güneş
O kadar yakın ki karsıda daglar
Elimle vursam yıkılacak gibi
Daha önce hiç görmedim bu yerleri
Sanırım kayboldum beni geri gönder
Hatırlamıyorum
kim oldugumu
Nerde dogdugumu nereye ait oldugumu
Kurtar beni bu alemden
Kurtar beni bu yerlerden
Birak aksin gözyaslarim
Kurtar beni bu alemden
Her sey tazelendi
Yeniden fark ettim
Nasil unuttum nasil kaybettim
Gördüklerim gerçek mi inanmak çok zor
Bir yabanciyim ben artik her seye
Korku içinde geçiyor simdi hayatım
Beni korkutan nedir bilmeden
Birden kesiliverse bu sıkıntı bu çile
Cehennem dönüverse cennete
Kurtar beni bu alemden
Kurtar beni bu yerlerden
Bırak aksın gözyaslarım
Kurtar beni bu alemden
………………………………………


Onun ölümünün ardından, eski eşi Didem Mandabaşı’na telefonlar gelir, “biz de intihar etmek istiyoruz” diye. Bunun üzerine Yavuz Çetin’in eski eşi şöyle bir açıklama yapmıştır:
“Son albümü “Yaşamak İstemem”, onu yansıtmıyor. “Yaşamak İstemem”, yaşamak istemeyen bir adamın şarkısı değil. Bu şarkıya çekilen klibe, ölümüyle ilgili gazete küpürleri de alındı; böylece Yavuz bu parçayı da yaptı, bu dünyadan gitti anlamına geldi. Hayat tüm imkansızlıklara rağmen güzel. Gençler, onun mücadele şeklini örnek alsınlar.”

………………………………………
YAŞAMAK İSTEMEM
Sana ögretilen her sey
Bana önerilen her sey
Bana dayatılan yasantı
Ise yaramaz bir çöplük
Yarattıgınız sistemler
Kullandıgınız yöntemler
Yaşamak istemem artık aranızda
Belki de terslik bende
Yapamadım bu düzende
Kaçacak delik arar oldum
Sürüngenler şehrinde
Egitilmis köpekler
Doymak bilmez maymunlar
Yasamak istemem artik aranızda
Benden bir ruhsuz yaratmayı
Nasil basardiniz ?
Benden bir hissiz yaratmayı
Nasil basardiniz ?
Benden bir uyumsuz yaratmayı
Nasil basardiniz ?
Benden sizden biri yaratmayı
Nasil basardiniz ?
Yasamak istemem artik aranızda
………………………………..

Ercan Saatçi, onunla ilgili şöyle demiş:
“Yavuz, daha o zamanlar (lise dönemlerinden bahsediyor) tüm vaktini müziğe ayıran biriydi. O dönemlerde içine kapanık değildi. O zamanlar çok gülen, bol bol espriler yapan ve çok zeki bir çocuktu. Onu içine kapanık yapan, sanırım erken evliliği ve erken çocuk sahibi olmasıydı. Çünkü bir de geçim sıkıntısı vardı. Her yönden erken hayata atılmanın getirdiği birtakım sorunlar Yavuz’u bunalttı. Yavuz paradan nefret ederdi. Asla para hesabı yapmazdı. Hatta çoğu zaman paraya lanet ederdi. Çok paylaşımcı bir insandı. Yavuz müziğe başlamama neden olan ilk insandı. Yavuz, sanatçı yönü çok güçlü bir insandı. Üniversite döneminde eskisi kadar görüşemez olmuştuk. Daha sonra izini kaybettim. Sonra bir gün geldi ve albüm yapmak istediğini söyledi. Stop Müzik’den ‘‘İlk’’ adını verdiğimiz albümünü yaptık. Albümde 15 yıl önce yaptığı blues balad tarzındaki ‘‘Sahil’’ adlı parçasını koydu. Bu albümü çok önemsiyordu. Değerli müzisyenlerle çalıştı. Ama albüm satışları umulduğu gibi olmadı ve Yavuz’un şevki kırıldı. Maddi açıdan zorlanıyordu, çünkü yeni bir yuva kurmuş ve bir de oğlu vardı. O zamanlarda Yavuz’daki değişiklikleri fark etmiştim. Hayata bakış açısı değişmişti. 1970′li yıllardaki gibi giyiniyordu, sanki o dönemde kalmıştı. Askere gittim, döndüğümde bir süre Yavuz’la bağlantı kuramadım. Sonra tekrar bir albüm yapmak için bir araya geldik, ama kendisi daha sonra başka bir firmayla konuştu. O zaman ona çok kızmıştım ve çok üzülmüştüm. MFÖ grubuyla çalışmaya başladı. Sorunları nedeniyle de psikolojik tedavi görmeye başladı. ”

Yavuz Çetin, Boğaziçi Köprüsünden atlayarak intihar etmiştir. Cenazesinde eşi, çocuğu, babası yerine onun yaptığı müziğe değer veren hayranları vardı.
3 Kasım 2004′te Kerim Çaplı beyin kanaması sonucu vefat etti. Gruptan geriye kalan Batu Mutlugil, başka bir grupla İstanbul’da sahne almaktadır.
…………………………………….

OYUNCAK DÜNYA
Oyuncak dünya, oyuncak dünya
Bu oyun çok kolay sen de oyna
KIr ve dök,
yap ve boz
Yeniden basla
Hepimiz çocuklariz aslindaKimisi askercilik oynar
Kimisi hirsiz ve polis oynar
Kimisi evcilik oyunu oynar
Ben de müzisyeni oynarim simdi
BazIi çocuklar hiç uslanmazlar
Onlar hep oyunbozan oldular
Durmadan üzdüler diger çocuklari
Hep bozuldu oyunun kurallariKimisi saklambaç oynar
Kimisi kovalamaca oynar
Kimisi doktorculuk oynar
Ben de müzisyeni oynarım şimdi
…………………………………..


Yavuz Çetin’in oğlu Yavuzcan Çetin, 24 Aralık 2011 tarihli Disko Kralı’nda, pek değerli gitar ustalarıyla aynı sahnede, bir Yavuz Çetin şarkısı olan “Köle” şarkısına solo attı. Videonun linki yazının sonundadır.
……………………………………
.
.
BAĞLANTILAR

Hasan Cihat Örter Videoları
http://www.youtube.com/watch?v=zTcu7MCtuTs&list=PL8A6174515D5F7D3E

“I will cry again” şarkısı
http://tr-tr.facebook.com/video/video.php?v=270479616301604

Kerem Çaplı, bateri çalıp şarkı söylüyor:
http://www.youtube.com/watch?v=izPHwli_l7g&feature=player_embedded#!

Disko Kralı – Yavuzcan Çetin – Köle
http://www.youtube.com/watch?v=EV5J8DVNO4k


Evla

21 Mart 2013 Perşembe

İklimler...

Canımın içi, bu yazımda iklimler ve iklim olaylarıyla ilgili bazı terimlerin açıklamasını bulucaksın.. Yazının içinde; cemreler, iklim çeşitleri , nevruz , hıdırellez ve bu incelemelerim sırasında karşıma çıkıp bende merak uyandıran diğer konular var, mesela ergenekon efsanesi, demirci Kawa efsanesi, 40 sabır günü, din alimlerin hataları, hatta doğanın bozulan dengesi ile ilgili fikirlerim bile dahil.. Ne alakası var şimdi dediğini duyar gibiyim :) bi bak bakalım :))

Eskiden sene mevsimleri ikiye ayrılırmış; HIZIR yani yaz ve KASIM yani kış olmak , üzere.. Eskinin iklimleri daha doğrusu iklim olayları da daha kısa zamanlı ve daha fazla sayıdaymış kardeşim.. Ben günümüzde de kullanılan bazı aralıkları paylaşmak istiyorum seninle..

HIZIR 6 mayısta başlıyor KASIM ise 8 kasımda.. 11-12 Aralık günlerinde başlayıp 10 gün boyunca süren KARAKIŞ tan sonra GÜNDÖNÜMÜ olarak kabul edilen 21-22 aralık zamanlarında ERBAİN adı verilen zorlu günler başlıyor. Arapça kırk anlamına gelen bu terim kış mevsiminin en sert geçen 40 gününü temsil ediyor. Sayısal anlamda 40 ı temsilen söylenen erbainin , iklimsel anlamda temsil eden eş ismi ZEMHERİ, ne kadar çok duyduk değil mi bu ismi :) 21 aralıktan 31 ocağa kadar süren bu soğuk kış günlerinin bitimi, eski insanlar tarafından kurbanlar kesilip “bu erbaniden de sağ salim çıktık” demek suretiyle kutlanırmış… Bu sebeple erbani yani 40 sayısı yıllar-kuşaklar geçtikçe en zorlu dönem olarak akılda kalmış. . Hala daha zor günler geçiren insanlar için 40 gün sabır dilenir, 40 gün sabır edilir.. Çok duydum “40 ı çıktı” sözünü ben, bi bebek doğumundan sonra bile 40 gün beklenir ki bebek bağışıklığını kazansın gelen misafirlerden mikrop kapmasın. Ya da bi ölünün ardından 40 gün beklenir ki yakınları kendilerine gelsin normal hayatlarına dönebilsin.. 40. günün önemini kutlamalarla ya da anmalarla mutlaka yaşar yaşatırlar hala.. Taa buralara dayanıyomuş hikayesi bak.. :) ne garip değil mi? Erbainden hemen sonra elli anlamına gelen HAMSİN dönemi başlıyor (1 şubat 21 mart). Bu dönem de kış mevsiminin içinde kabul edilse de zemheri kadar soğuk ve zorlu geçmiyor. Zaten hamsinin son dönemlerinde de CEMRE ler düşüyor ve artık havalar ısınmaya başlıyor kardeşim.

Cemrenin günümüz açıklaması birer hafta arayla dünya üzerindeki üç bölgenin (hava su ve toprak) sırayla ısınmaya başlamasıdır. Cemre “kor ” anlamına geliyor Arapçada . Yani inanışa göre bu kor sırayla havaya suya ve toprağa düşerek ısıtıyor dünyamızı.. Gariptir; cemre kelimesi imre (imere veya emire) kelimesinden türemiştir ve İMRE’nin Türk ve Altay mitolojisi’nde bi cin olduğuna inanılmaktadır. Bu cin için söylenenler daha doğrusu yazılanlar şöyle; “ ilkbaharda görünüp titrek ışıklar saçarak göğe yükselir sonra buzların üzerine düşerek onları eritir. Oradan da yere karışır. Bundan sonra ısınmış topraktan buhar olarak yükselir”. Anlaşılacağı üzre İmre, baharın gelişini temsil ediyor. Neyse günümüze gönelim; cemreler düşme tarihlerinin de bir anlamı var günümüzde. Bu tarihlerdeki hava durumu bize sene ile ilgli fikir veriyor. Cemreler yağışlı geçerse yılın yağışlı olacağı söyleniyor mesela. Tabi bu fikir meteoroloji uzmanlarını haklı olarak kızdırıyodur :) Ben de olsam kızardım :) ama inanış böyle, ben de kültürümüzle ilgili edindiğim bu bilgiyi paylaşmak istedim :)

Birinci cemre; 20-21 şubatta havaya düşüyor, havalar ısınmaya başlıyor
İkinci cemre; 27-28 şubatta suya düşüyor, sular ısınmaya başlıyor
Üçüncü cemre; 6-7 martta toprağa düşüyor, toprak ısınmaya başlııyor
Bir sonraki dönem; (11-17 mart arası) BARDELACUZ dönemi, günümüzde KOCA KARI SOĞUKLARI diye biliniyo kardeşim :D bu dönemlerde hava hep kapalı ve soğuk olurmuş. Yine kadınları soğuklukla bağdaştırmışlar, başarılarının devamını diliyorum yani (!)

Veeeeeeeee

NEVRUZ ; 21-22 mart . Bu tarih ekinoksa denk gelir , baharın ilk günü kabul edilir gece ve gündüz birbirine eşitlenir. Doğanın uyanışı, doğa için yeni bir yıl başlangıcı olarak kutlanan nevruz ilk kez ikinci yuzyılda Perslerin kaynaklarında karşımıza çıkıyor. Pek çok kültürde baharın gelişi ile ilişkilendirilen nevruz; Anadolu ve Orta Asya Türk geleneklerinde Göktürklerin Ergenekon’dan çıkışı ve baharın gelişi anlamlarıyla kutlanırken, Kürt geleneklerinde “Demirci Kawa Efsanesi” ne dayanıyor, şimdi bu efsanelere değineyim biraz.

Ergenekon Türklerin Ortaasyadaki efsanevi anayurdudur, efsanede iki ana kısım vardır. Tamamı hakkında fikir birliği bulunmayan yazılı metinlerde de özet halinde bulunan bu hikaye bu yüzden tam olarak net değil. Fakat efsanenin ilk bölümü bir bozkurtun yardımı ve koruması ile Türk soyunun devamlılığının sağlanması ikinci bölümü ise geçit vermez dağlarla çevrili bir vadiye yerleşip buradan (vadinin adı Ergenekon) çıkmayı başarması ile ilgilidir. Zira bu çıkış ekinoksla aynı güne denk gelip nevruz bayramlarında çifte kutlama halinde anılıyor Türk kültüründe..

Demirci Kawa efsanesi ise acımasız bi yabancı hükumdar olan Zahhak’a (Dehak diye de geçiyor) isyan eden bi kahramanın öyküsü. Efsaneye göre zalim Dehak, acımasızlığını kendisini temsil etmesi için seçen Ehrimandan alır. Ehriman, Zervad adındaki tanrının iki oğlundan biridir. Kötülüğü ve kıtlığı temsil eder (diğer oğlun ismi Hürmüz dür, Hürmüz hep iyiliğin ve uygarlığın temsilcisidir ve kendisini temsil etmesi için Zerdüşt’ü seçmiştir.) Efsaneye göre Dehak bir gün amansız bir hastalığa (beyinde ur) yakalanır ve doktorları bu hastalığa tek çare genç beyinlerin kafasına merhem olarak sürülmesidir der. Böylece o coğrafyada (iran) acımasız bi katliam başlar. Kawa adlı demirci ise 17 oğlunu kaybettikten sonra son oğlunu da katleden Dehak’a, ürettiği demirden silahları halka dağıtıp, isyan başlatır. İşte o isyan 21 martı 22 marta bağlayan gece başlar kardeşim. Kürt halkı da bu mücadeleyi hatırlarlar nevruz bayramında.

İki halkında kendine özgü efsanesi ve kutlama sebepleri var.. İki efsane de iki gelenek de çok hoş.. Neden olay çıkıyo neden böyle güzel bi kutlama gününde güvenlik önlemleri alınmak zorunda kalınıyo anlamıyorum.. İnsanları birbirine düşman etsinler de nasıl olursa olsun.. Dayanamıyorum, öfkeleniyorum ne yapiyim! Neyse bu konu derin, uzatmayayım..

Evlacığım nevruzdan sonra öküz soğukları çiçek fırtınası zamanı gibi çeşitli dönemler de var, o ayrıntılara girmiyorum. Derken ; HIDIRELLEZ geliyor çatıyor :) yeri gelmişken (bilirsin muhtemelen ) hıdırellez adında (asıl ismi ederlezi) çok güzel bi şarkı var.. Goran Bregoviç’ten Kardeş Türküler’e kadar pek çok müzisyen seslendirmiş.. Özgü Namal da her ne kadar detone de olsa ; güzel söylemiş, o kadını hep samimi bulmuşumdur zaten.. Bence sen de söyle bunu, senin sesine çok yakışır.. Şarkının linkini sözlerini ve

Türkçesini gönderiyorum :
http://www.youtube.com/watch?v=LaQcpO-acH0

EDERLEZİ
same amala oro kelena
oro kelena dive kerena
sa o roma, o daje
sa o roma, babo, babo
sa o roma, o daje
ej, ederlezi
ederlezi
sa o roma, o daje

sa o roma ama rodive
ama rodive, ederlezi
same amala oro kelena
oro kelena dive kerena
sa o roma, o daje
sa o roma, babo, babo
sa o roma, o daje
ej, ederlezi
sa o roma, o daje
ej… ah…
same amala oro kelena
oro kelena dive kerena
sa o roma, babo, babo
sa o roma, o daje
sa o roma, babo, babo
ej, ederlezi
sa o roma, daje

Türkçe
Ederlezi goran,ederlezi
Kızların ağıtlar düzerken bosna yaylalarında,
Acıya bulanmıştı şenlikleri,
Ederlezi yine gelmişti her sene geldiği gibi,
Ne bilsin burada yetim kızlar var
Bu sene ederlezi babasız kalmıştı
Yetim kızların yürekleriydi gelen.
Sarı saçları mavi gözleriyle,
Gökyüzü bile özenirdi güzelliklerine,
Deniz utanırdı mavisinden,
Cenazelere uğurlanmıştı ederlezi,
Şurada yatan kefensiz, babalarımızdı
Boşnak kızları goran’ın,
Yetimdi sarıları, yetimdi mavileri.
Ah ederlezi, niye geldin bu sene
Bilmez misin, buradaki kızlar yetim
Şurada yatan babalarımızdı, kefensiz
Yaslar bağladı sarı saçlarımız
Babasızdı mavi gözlerimiz
Ve goran, haykır yine bosna dağlarına
Ederlezi kızlarım, ederlezi

Hıdırellez Hızır kelimesinden türemiş. Hızır biliyosun ki yaz demekti ki kelime anlamı da “yeşil” ayrıca.. Bu arada, Hızır adında bi “varlık” var, bu varlığın aslında bi insan olduğu sanılıyor, hatta peygamber olduğuna inananlar da var . Fakat gariptir Hızır’ ın bir insan olduğu kesin değil. Yani Müslümanların kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’de “Hızır Peygamber” gibi bir şey geçmiyor. Asıl olarak Hızır’ın yaşam suyunu(ab-ı hayat) içtiğine ve ölümsüzlüğe ulaştığına ,beraberinde şifa bolluk bereket gibi güzellikler getirdiğine inanılıyor.. Fakat Aleyhisselam sözü ile anılıyor hep . Sanırım Hızır’ın insan olduğu sanısı buradan ileri geliyor :D Ya ne tuhaf şey! Biz gafil insanlar kendi kendimize yazıp kendi kendimize okuyoruz yani :)) kendi kendimize peygamber de çıkarmışız baksana.. Başka neler çıkardık acaba kendi kendimize çok merak ediyorum (!) Hatta bir garipliğe daha rastladım internette onu da paylaşayım; Hızır ‘a bazı alimler; “peygamberdir” , bazı alimler; “velidir” diyormuş. Bak ne anlatıcam, İslami bilgisine saygı duyduğum bi yakınım ‘Bir türlü cevaplayamadığın sorularınla nasıl başa çıkabiliyosun? ben çıkamıyorum mesela’ diye sorduğumda, bana ‘Alimler var, onlara danışıyorum’ demişti. Hala saygı duyuyorum o arkadaşıma, onun inancıdır başım üstüne de söylemeden edemiycem; demek ki alimden alime de değişiyomuş doğrular :) Hatta alimler yerine göre hiç tanımadıkları hiç görmedikleri birini peyamber de ilan edebilyolar demek ki ya da gerçek bi peygambere “değildir” diyebiliyor (!) artık bilemiyoruz.. YA BENDE Mİ Bİ TUHAFLIK VAR ACABA EVLA? BEN BOŞ YERE Mİ GARİPSİYORUM BU DÜZENİ DERSİN? Herneyse , ben güzelim Hıdırellezime döneyim :) okuyan kendisi sorgulasın, bende kabahat bulmasın..

Hıdırellez 6 mayısta geliyor çatıyor canım benim. Hızır mevsiminin başladığı gün bu gün. Hıdırellez gecesi bolluk ve bereketin dünya üzerine yayılacağı inancı, insanların günümüzde dahi gül ağacının dallarına dileklerini yazıp bereket beklemelerine vesile oluyor . Ne güzel bi ritüeldir aslında :) gül ağacından medet ummak değil bence bu , baharın gelişini temsilen safça yapılan kutlama sadece:) Ben de kağıda bi dilek yazıp dereye attığımı gül ağacının altındaki toprağa üniversite kapısını çizdiğimi hatırlıyorum. Dereye attığım kağıdın içinde aşık olmak dair bi dilek dilemiştim.. Gül altına çizdiğim üniversite kapısı da şeklini tek bildiğim İstanbul Üniversitesinin meşhur kapısıydı.. Safça , çocukça bir heyecandı işte :D Nitekim üniversiteyi kazandım ama ne İstanbul’u kazandım, ne de aşkı hayalini kurduğum gibi yaşadım, hatta şimdi aşka inanmıyorum bile! Neyse yani şahsi görüşüm; “umut fakirin ekmeğidir” le aynı :)

Derken tekrar gündönümü gelir çatar (21 haziran). 21 haziranın fırtınası ve yağışından sonra sıcak yaz günleri başlar evlacığım :) 1Temmuz a ÇARK DÖNÜMÜ deniliyor. Çark dönümünde üzümler olgunlaşmaya başlıyormuş.. Sonra mı.. Sonrası fena .. Yılın en sıcak günleri başlıyor ; 31 temmuz- 7 Ağustos tarihleri arasındaki bu yılın en sıcak zamanlarına EYYAMI BAHUR deniliyor… Bu tarihler arasında kuyruklu yıldızın doğduğuna inanılırmış , ne tuhaf.. Sonra 23 Eylül Gündönümü ve sonra tekrar Kasım.. Devir böyle işte :) budur, böyle gider diyemiyorum ne yazık ki.. Biz dünyamınızın kıymetini bilmemeye devam ettikçe bu devir böyle gitmez tabi ki…

Biliyo musun bi gün doğanın bize hak ettiğimiz cezayı verip kendi düzenine devam etmesini diliyorum… Bizim neslimizi bile tüketse razıyım.. Sahip olduğumuz zeka lütfunu bu kadar beceriksizce kullanan biz insanlar, zaten dünya doğasının güzelliklerini hak etmiyoruz çünkü..

Didem

15 Mart 2013 Cuma

Barbie’ye olanlar oldu!

Didemciğim, bizim küçükken pikniğe götürdüğümüz, havuzda yüzdürdüğümüz, erkeklerin oyuncak arabalarında şehir turu attırdığımız o barbie’ler var ya, mükemmelliği temsil ettiği için üzerine pek çok ilginç çalışma (!) yapılmış:

Örneğin yaşlı Barbie:


Koca dayağı yemiş Barbie: (Gülümser ifadesi yüzünden silinmemiş)
Cadı Barbie ;


Hatta Barbie bir suçlu, tacizden hapse giriyor;

Barbie tombullaşmış:


Barbie alkolün pençesinde:

Barbie bir zombi:


Barbie, Ken’i hunharca katletmiş:

Barbie robotlar tarafından katledilmiş:

Barbie cayır cayır yanar:

Ve son olarak, İNSAN:
Yukarıdaki bu son fotoğraf, Valeria Lukyanova’ya ait. Kedisini hedef göstermek istemiyorum, zaten çok başka kişilerin de Barbie’ye çok benzeyen fotoğrafları mevcut internette. “Real Life Barbie” veya “Barbie make-up” olarak arama yapabilirsiniz.
Saygılar Barbie Valeria, daha mutlu oldun mu onu merak ediyorum? Yoksa kayıp mı oldun o görüntünün altında?

Evla

12 Mart 2013 Salı

Konstantin Simonov’dan “BEKLE BENİ”

Evla’cığım;

Konumuz Konstantin Simonov , sevdiği kadın Valentina Serova’ya 2. Dünya Savaşı yıllarında yazmış olduğu “Bekle Beni” şiiri ve şiirin öyküsüdür.

Öncelikle Simonov’u tanıtmak isterim;

Konstantin Mikhailovic Simonov 1915 yılında Petersburg’da doğmuş ve 1979 yılında ölmüştür. Roman şiir ve gazete yazarı olan Simonov pek çok eser bırakmış ve Lenin edebiyat ödülüne layık görülmüştür.

Simonov “Kızıl Yıldız” gazetesinin savaş muhabiri olarak 2. Dünya Savaşı’nda Stalingrad cephesine görevlendirilip gitmesinden anlaşılacağı üzre sosyalisttir. Hemen yeri gelmişken bi bilgi vermek isterim ;

Stalingrad cephesi ikinci dünya savaşının dönüm noktası olarak kabul edilir. Hitler’in ordularının kızıl ordu tarafından durdurulduğu cephedir. Simonov bu cepheddeymiş işte, kendisi savaş kahramanı sayılıyor şimdi :D zira şapkasındaki yıldızı da görmekteyiz. Hay allahım savaş ne tuhaf ne saçma bişey.. Neyse.

Simonov aşık olduğu Valentina yı savaştan önce Moskova taraflarında bi tren istasyonunda görmüş. O zaman Valentina Serova Sovyet sinemasının ünlü oyuncularındanmış. Sarışın uzun boylu zarif Valentina, Simonovun gözüne Kolomenskoye istasyonunda rüzgar beyaz eteğini savururup muziplik yaparken takılmış.. Ah erkekler! Pantolon giyinse aynı güzellikteki aynı kız, adamın dikkatini çekmeyecekmiş kardeşim demek ki :D bana biri vay efendim eteklerin savruluyordu gördüm aşık oldum dese aşkına hayatta inanmam yani, yürü git şekilci manyak derim yollarım adamı :D neyse konumuza dönelim, Konstantin Simonov Valentina Serova için “çok güzel bi kadındı ona aşık olmamak imkansızdı” diyerek yine beni çelişkiye düşürdü ne yazık ki . Neyse güzelim şiirin büyüsü bozulmasın canım benim. Aşık olduğu kadını güzel bulması normal diyelim güzel olduğu için aşık olduğunu düşünmeyip kendimizi teselli edelim :D velhasıl.. çiftimizin uzun savaş yıllarınca süren ayrılığından sonra şiir işe yaramış Valentina Simonov’un aşkını kabul etmiş ve 1943 yılında evlenmişler.. mutlu son yani :D Tam bu noktaya geri dönücem.

Şimdi şiirimize gelelim ;

Bekle Beni
Tek bir haber bile çıkmasa uzaklardan
Saçma da olsa bekleyişin
Yalnız sen olsan bile bekleyen beni
Bekle beniBırak beklemekten usanmış dostlarım
Öldüğümü sansınlar benim
İçme anılar gibi acı
İçme sakın o şaraptan (şarabı kendi kültürlerinde ölülerin ardından içerlermiş)

Yağmurlar içinde bekle beni
Karlar tozarken bekle
Ortalık ağarırken bekle
Kimseler beklemezken
sen bekle beni
Bekle beni şiirini Simonov savaş sırasında (o sıralar 25-30 yaşlarındaymış, malum 1940 lı yıllar) cephede yazmış.. Anlattığına göre cehennemi andıran bir gecede mermiler vızır vızır uçuşurken, yarı beline kadar çamura batmış vaziyette her zamanki gibi güzeller güzeli Valentina’yı düşünürken, o kadına karşı duyduğu aşk ve hasretin dayanılmaz bi hale geldiğini hissetmiş, bütün eti, kemikleri, bütün sinirleri , elleri, gözleri, beyni hemen oracıkta Serova’yı istemiş. Çıldırmak üzere olduğunu anlamış ve bunu önleyebilmenin tek yolunun onunla konuşmak, ona aşkını hasretini ve mutlaka geri döneceğini anlatmak olduğunu fark etmiş ve hemen şiiri yazmaya koyulmuş… Tabi ki şiirini yazmış ve ulaşacağına pek ihtimal vermeden yine de bir umutla izne giden bir askere yolu düşerse gazeteye bırakmasını söyleyerek teslim etmiş . Simonov savaşın kuşatması altındayken bir yandan şiir savaşın henüz sıçramadığı şehirlerden birinde gazetede yayınlanmış bile.. Derken bir gün askerlerden biri şiiri okumuş ve Stalingrad yakınlarında bi kasabada oturan nişanlısına o şiiri mektubunun içinde yollamış . Şiirden çok duygulanan genç kız kendi arkadaşlarına onlar kendi arkadaşlarına şiiri paylaşmış derken “Bekle Beni” rüzgarı esmeye başlamış ülkede .. Rusyanın en kuzey limanlarındaki Sovyet asker ve subaylara kadar herkes sevdiğine bu şiiri ezberleyip okumuş.. Hatta kardeşim, Rusya’da “bekle beni” şiiri, Ortodoks kutsal metinlerinden sonra ikinci meşhur eser olmuş, bunu da söylemek isterim.

Eveeet tam bu noktaya geri dönücem dediğim yerdeyim şimdi :) ne demiştim? “Mutlu son”
Ne yazık ki değil… Hikaye burda bitmiyor. Çiftimiz kavuşup evleniyor ve Simonov evlendikten sonra tekrar cepheye dönüyor. Savaş tamamen bitip Simonov gece gündüz düşündüğü sevgilisine geri döndüğünde ise ne yazık ki şöhret basamaklarını iyice tırmanan Valentin’i bıraktığı gibi bulmuyor..

Valentin’in ismini bazı yakışıklı film yıldızlarıyla birlikte duyuyor .. Simonov bi yandan aşkından vazgeçemiyor öte yandan kırmak kırılmak da istemiyor, sineye çekiyor olan biteni.. Fakat kavga gürültü çıkarmadan en sonunda dayanamayıp kendisi terk ediyor “bekle beni” dediği kadını . Valentine 1975 yılında ölüyor. Simonov ise kalabalık cenazesine gitmiyor bile.. Ne kadar incinmişse artık.. Fakat ertesi sabah mezarının üzerinde saksı çiçeği içinde mavi hareli ( istasyonda onu ilk gördüğünde mavi elbisesi varmış) sarı yapraklı (sarı saçları varmış) menekşe çiçeği ve küçük beyaz bi kağıt içinde bekle beni yazısı bulunuyor.. Tabi hemen Simonov’un kapısı çalınıyor o mu koydu o çiçekleri diye, fakat Simonov sorulan sorulara acı bi gülümsemeyle cevap veriyor yalnızca.. İtiraf da inkar da etmiyor .. 4 yıl sonra da Simonov haytını kaybediyor … Ben de onu bekleyen kadına kavuştuğunu varsayarak hikayemi bitiriyorum..

Evla’cığım, ben bu yazıyı herhangi bi öğreticiliği olsun diye yazmadım.. Aslında bu hikayenin şu konularda bana fikir verdiği doğru;

Savaş yıllarında aşk, hasret ve çaresizliğin nasıl yaşandığı..
Aşkta aslında güzellik gibi basit ve en önemlisi kişinin elinde olmayan bi özelliğe ne kadar önem verildiği..
Bir türlü tatmin olmayan kadın ruhu… (Sabahattin Ali’yi reddeden Nahit Hanım’ a da doyumsuzluğu yüzünden en az bu kadar öfkelenmiştim, Sabahattin Ali gibi bi adamı nasıl reddeder diye az söylenmedim içimden, gerçekten tuhaf yaratıklarız.. )
Gerçeği bile bile sineye çekme tercihi..
Mevkinin, meşhur olmanın ve paranın insan karakteri açısından direk önem arzetmesi (mesela ünlü bi oyuncu olmadan önce doyumsuz değilmiş Valentine)

Ve bunun gibi duygu dolu pek çok şey düşündürdü evet, ama benim tek amacım bu hikayeyi seninle paylaşmak sadece bilmeni sağlamaktı.. Sen de kendine has şeyler düşünürsün eminim… Bu hikayenin Türkiye’de Ezgininin Günlüğü’nün ve Cem Karaca’nın da, yurt dışında pek çok yabancı müzisyenin de dikkatini çektiğini hatırlatırım canım benim. Bestesini yaptıkları bu şiirin kayıtları aşağıdaki linklerde;

http://www.youtube.com/watch?v=UI8QF3qSVvg
http://www.youtube.com/watch?v=uFETU04wvd4

Keyifle dinlemen dileğiyle ..

Didem

Attığınız tokada karşılık vermeyen kişiden sakının, o hem sizi bağışlamaz hem de kendinizi bağışlamanıza olanak bırakmaz..

Bernard Shaw

Paylaşan: Didem

Günlük Yaşam Üzerine..

Kıyafet tarzı, saç biçimi, duruşu, konuşması, ses tonu, dinlediği müzik biçimi kendisine yapışmış insanlara yazıyorum bu yazıyı. Belli bir şekliniz olmak zorunda mı?

Bir sanat müziği icracısı rock müzik dinleyemez mi yani? Bir hakim iş yerine takım elbiseyle gitmek zorunda diye akşamları yırtık kot pantolon üstüne tişört giyemez mi? Yaşlı insanlar kahverengi ve tonlarında mı giyinmek zorundalar hep, biraz daha canlı renkler giyinseler yakışık almaz mı? Almaz diyecek pek çoğu. NEDENMİŞ O derim ben de o zaman.. Sonra tartışmaya başlarız ;

O: Ne yani 70 yaşında kadın açık mavi mi giyinsin, ne o öyle çocuk gibi!
Ben: Açık mavinin çocukça olduğunu kim dikte etmiş sana yahu:) kafanın içi yönlendirilmeye ne kadar müsaitmiş ki hemen kabul etmişsin, mavi renk çocuksudur diye bi kaide mi var! mantığı ne bunun yani?

Tartışma sürer.. Ama dikte edilmiş gerçeklere boyun eğen biriyle tartışıp mağlup olacağımı pek sanmıyorum. Ha özgün fikriyle gelsin başımın tacı olsun, yenilmeye razıyım o zaman:)) Herneyse sorularıma geçeyim ben; Kıyafet rengi, saç biçimi, makyaj stili, müzik beğenisi.. Bu türlü şeyler insanın ruh hali gibi değişken olamazlar mı? Neden sürekli kundura giyen bir erkek spor ayakkabısıyla dışarı çıkamıyor anlamıyorum ben mesela:) ne olur yani? Ne olur klasik müzikle alakalı birisi arabesk de dinlese ? Bana lütfen “beğenmiyorum ben öyle şeyler” demesin. Dinledin mi hiç diye sorarlar adama o zaman:) Klasik müzik dinleyecek kadar dünya görüşü geniş (!) insanların eminim ki mütevazilikten de haberleri vardır, neden sanatını icra eden herkese aynı saygıyı duymuyor bu mütevazi insanlar sorarım ben o zaman:) bi dinlesinler bakalım, belki hoşlarına gider :) NOT: ÖNYARGISIZ İNSANLAR BAŞÜSTÜNE, DİNLEMİŞTİR BEĞENMEMİŞTİR, ONA NE DENİLEBİLİR Kİ! EYVALLAH TABİ Kİ.. Hayır insan bir gün çok neşeli olup Nil Karaibrahimgil dinleyebilir üç gün sonra canı sıkılır Müslüm Gürses de dinleyebilir bence. (Ben bütün şarkılarını bilmem ama belki canı sıkkın insanlara hitap eden Nil Karaibrahimgil şarkısı da vardır. Evlacığım senin bi bilgin varsa bu konuda paylaş lütfen.) Hatta bunu yapıyodur da belki ama bunu itiraf etmiyodur. Hani ben arabesk dinlemem demiştir bir kere, dinliyomuş gibi görünmek istemez asla. Ne olacaksa! Etrafındaki insanlar tü kaka mı diyecekler, diyecek insanlarsa onları dikkate almanın bu yüzden dinlemek istediğin müzikten kendini alıkoymanın ne anlamı var! Ayrıca sorarım kendisine Düş Sokağı Sakinleri dinlediğini söyleyen, entel olduğunu savunan biri ben arabesk değilim nasıl diyebilir :)) Ben de Düş Sokağı Sakinleri’nin müptelasıydım bi dönem. Acılıdır, bi nevi arabesktir onların da şarkıları. tarzları farklı sadece. Bu bir ruh halidir arkadaşım! İstersen arabesk de düşünebilirsin pekala! Hem gitar çalıp hem ney üfleyebilirsin mesela (şekil A; ben). Bir gün hanım hanımcık puanlı bir elbise giyindin diye ertesi gün kot, siyah tişört ve deri ceket giyemezsin diye bi kural mı var. Bir gün kendini sakin başka bi gün hareketli, neşeli hissetmende ona göre giyinmende, üzerindeki kıyafetlerin rengini ruh halini yansıtır şekilde giyinmende ne kötülük var, ne gariplik var? Hiç değişmeyen bir tarzının olmasının anlamı ne? Seni kısıtlıyor bence tarzın. Seni sadece tekdüze olmaya zorluyor. Hep evin küçük çocuğu ya da hep acıların çocuğu (ve daha bir sürüsü) olmaya zorluyor seni. Bazen umutlu neşeli çocuk gibi, bazen de ağır abi olamıyosun. Tarzın iki duyguyu da birarada yaşamanı engelliyor, birini seçmek zorunda kalıyorsun, geride kalanı saklıyorsun mecburen. Neyse fazla yüklenmeyim sana(sen kimsen artık), sorularıma devam edeyim; Saçlarını hep geriye tarayan bir erkek bir gün de dışarıya saçlarını dağıtıp çıksa ne olur? Bu durumda takım elbisesinin yerine eşofmanla dışarı çıkması icap eder tabi:) İyi de ne olur eşofmanla dışarı çıksa. İtibarı mı sarsılır, delikanlılığı mı bozulur? Niye yahu? O insan değil mi? Eşofman spor yapan insanlar için üretilmiş bi kıyafet biçimi değil mi ? Eşofman giyenler insan dışı başka bi varlık mı yani?
Hiç beni sorgulamayın, ben bir gün tulum içine tweety li tişört, ertesi gün topuklu ayakkabı ceket kot, ertesi gün kadife elbise, ertesi gün hırka kumaş pantolon giyinip tarzım değişken diye kimseden çekinmeyen, bunu karaktersizlik olarak addetmeyen her gün başka şekilde işe giden bir diş hekimiyim. Üstelik bu değişken kıyafet biçimime rağmen hastalarımın hiçbirinden “bu olmamış doktor hanım” sözünü işitmedim, itibarımı da kaybetmedim, işimde iyiyim çünkü, hastalarım da işimle alakalılar malumunuz, ne giyinirsem giyineyim hastalarımla ilgimde bir değişiklik olmuyor. Aa bir de aykırı değilim , o da önemli. Yani dekolte de giyinmiyorum elbette!! Ya da saçımın yarısını kazıtıp kalanı da rasta yapmıyorum :) yapana saygım var ama benim sınırımı aşıyor bu mrnekler :) Kendi sınırlarım içinde dilediğimce giyiniyorum. Kıvırcık saçlıyım örneğin, kabartıp isyankar görünmem çok kolay oluyor bu yüzden :) ve bunu sık sık yapıyorum :) topuzla dışarı çıktığım, inci küpelerimi taktığım beyaz elbise beyaz babet giyindiğimde olmuştur. İyi de böyle diye mecbur muyum sürekli aynı biçimde giyinmeye? Ya da şöyle söyleyeyim; Farid Farjad’ın kemanını seviyorum evet kabul, iyi de John Bonham’ın baterisini de seviyosam ne var bunda! Melihat Gülses’e mest de olurum, Roman havasıyla neşemi de bulurum kime ne? Melihat Gülses’in sesini ve yorumunu muhteşem buluyorum diye ömrüm boyunca türk sanat müziği dinlemeye mecbur muyum? (bu verdiğim örneklerle neyi kastettiğimi linkleri dinleyerek anlayabilirsiniz )

HİÇBİRŞEYE MECBUR DEĞİLİM. ETRAFIMI RAHATSIZ ETMEDİKÇE CANIM KİMİ İSTERSE ONU DİNLERİM, CANIM NE İSTERSE ONU GİYERİM.. SİZE DE BÖYLE OLMANIZI TAVSİYE EDERİM. KALIPSIZ, DOĞAL.. Bişey diyecek varsa beri beri gelsin :)

http://www.youtube.com/watch?v=7XnQ5kKmOro (John Bonham)
http://www.youtube.com/watch?v=BbEw5X9QzMs (Farid Farjad)
http://www.youtube.com/watch?v=NblV6AVs8a0 (Roman Havası)
http://www.youtube.com/watch?v=IwU7M66w8qI (Melihat Gülses)

NOT: KENDİ KIYAFET TARZI KENDİ DURUŞU KENDİ HALİ TAVRINI BİLİNÇLE SEÇMİŞ VE DEĞİŞMEYİ REDDETMİŞ İNSANLARA, SAYGIM SONSUZ.. ONLARA TEKDÜZE DEĞİL DE İSTİKRARLI DEMEK DAHA DOĞRU OLUR BANA GÖRE.. ONLAR EMİNİM KENDİLERİNİ İFADE ETMEK YOLUNU İYİ BİLİRLER, BİLİNÇLE HAREKET EDENLERİN FİKİR VE DAVRANIŞLARINI KISITLAYCAKLARINI HİÇ SANMIYORUM. BEN SEÇİMLERİNİ DÜŞÜNMEDEN YAPAN VE DAHA KENDİLERİ ANLAMADAN TARZLARINI ÜZERLERİNE YAPIŞTIRANLARI ELEŞTİRMEK İSTEDİM BİRAZ.. SÜRÇİ LİSAN ETTİYSEK AFFOLA…

Didem

Desem ki…

35 YAŞ şiiriyle tanıdığımız Cahit Sıtkı Tarancı’ nın bilinmesi gereken başka eseridir bu şiir. Aşkı en güzel anlatan şiirlerden biridir bu bana göre.. Cavidan Tınaz’a yazmıştır bu şiiri ve Cavidan Tınaz 1951 de Cahit Sıtkı’nın karısı olmuştur. Fazla yoruma gerek yok, Cahit Sıtkı derya denizdir. Ben bu paylaşımda sevdiğim bir şiirinden dem vurmak istedim, kendisi başlı başına Sabahattin Ali yazısı gibi özenle yazılması gereken bir yazı konusudur bana göre, birkaç cümleyle onu özetlemem mümkün değil. Ben, beni alıp başka yerlere götüren şiirine geleyim;



DESEM Kİ

Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır, 
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor, 
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini, 
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim, 
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını, 
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm, 
Sende tattım yemişlerin cümlesini. 
Desem ki sen benim için, 
Hava kadar lazım, 
Ekmek kadar mübarek,
 Su gibi aziz bir şeysin; 
Nimettensin, nimettensin! 
Desem ki... İnan bana sevgilim inan, 
Evimde şenliksin, bahçemde bahar; 
Ve soframda en eski şarap. 
Ben sende yaşıyorum, 
Sen bende hüküm sürmektesin. 
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini, 
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber. 
Günlerden sonra bir gün, 
Şayet sesimi farkedemezsen, 
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden, 
Bil ki ölmüşüm. 
Fakat yine üzülme, müsterih ol; 
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini, 
Ve neden sonra 
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede, 
Hatırla ki mahşer günüdür 
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.
        Cahit Sıtkı TARANCI 

Didem

Bilimin Bağnazlığı…

Hem benim anlatmak istediklerimi özetliyor hem de “bilime fesat karışır mı” yazına fikir beyanı niteliği taşıyor bu yazı evlacığım.

Üniversitede 3. Sınıftaydım. Sigaranın ağız sağlığına olumsuz etkilerini konuşuyoduk derste. Hocalarımızdan biri dedi ki “biliyor musunuz en zor sigarayı bırakan meslek grubu kim arkadaşlar?” Herkes bi yorum yaptı tabi :) Ben sporculardır dedim herhale.. Hoca cevap verdi; “doktorlar”.. vay be dedim kendi kendime. Bile bile lades, hem de direk ve kapsamlı olarak!!! Düşündüm sonra.. Çok şey bilen ya da bildiğini sanan insanı ikna etmek ne zormuş demek.. Kişi kendi aklıyla doğru yaptığını
sanabilir, fakat karşıdan gelecek tepki ve eleştirilere açık olmadığı taktirde yanlış da yapsa düzeltme imkanı olmaz doğru da yapsa pekiştirme imkanı olmaz, diye düşündüm.. İşte dedim insanı eleştiriy kapatan bir özellik daha. Çok bilmek! DAHA DOĞRUSU ÇOK BİLDİĞİNİ SANMAK! İnsan çok bildiğini sanınca istediği gibi davranabilme hakkı buluyor kendinde o bildiğini sandığı konuyla alakalı demek ki. Ne alakası mı var? Bir doktora da “sigara içme ama, sağlığına zararlı” diyemezsin ki. Biliyorum der sana, nasıl ikna ediceksin onu? yaptırım mı uygulayacaksın? ceza mı vereceksin? Kendisi biliyodur başına gelecekleri, bile bile göze almıştır, bile bile yapıyodur, ne diyebilirsin?? (tabi sigara alışkanlığı multifaktoriel, bağımlılık da söz konusu, sigarayı sonra konuşuruz.) Benim demek istediğim kendinden, bildiği şeylerde emin olan insanların rahatsız edici ve bir o kadar da yanlış özgüveninin olması…Bu özgüven o insanı hata yapmaya ne kadar müsait kılıyor bi düşünsene. Senin bahsettiğin şu makale örneği; eğer bu kurum ne yaptığını biliyosa bilerek yapıyosa, yani adilse ki dilerim öyledir; sana açıklama yapmamasının bir tek sebebi olabilir; “biz biliyoruz nedenini, doğru olanı yaptık, sorgulamana gerek yok, biz senden daha çok bu işin içindeyiz, sen bilmesen de olur, önemli olan sonuç ne de olsa..” anlayışı.. Başka bir açıklaması yok bu işin kardeşim. Bu sabit fikri, bu bağnazlığı yani; değil dört, beşyüz tane mail atsan değiştiremezsin.. Adam kendine o kadar çok güveniyor ki fikrini değiştirmenin imkanı yok. Hem fikrini değiştirmeye neden tenezzül etsin? Sen-ben o kadar değerli miyiz ki onun engin bilgisinin yanında(!) di mi..

Oysa nasıl bi çelişkidir ki bilen insan daha ne kadar çok şey öğrenmesi gerektiğini de bilir. Bilen insan bilmek için emek vermiştir, bilen insanın bilmeyenin halinden anlaması gerekir. Bilen insan bilmeyene karşı sorumludur hatta, bildiğini ona da öğretmelidir ancak o zaman o bildiği faydalı olabilir.. Bu nasıl bi çelişkidir ki kimileri bildikçe (yineliyorum bildiğini sandıkça) , yargılamaya, kendini üstün görmeye, küstahlaşmaya başlıyor.. Kaldı ki bu durum doğru bilenlerle alakalı, bir de yanlış bilenler var ki onlar tam başa bela. Hem değiştiremiyosun, hem yargılanıyosun o seni değiştirmeye çalışıyo, hem aşağılanıyosun çünkü o biliyo sen bilmiyosun, hem de ondan öğrendiklerinden zarar görüyosun. Bildiği şeyleri kötüye kullanıyor haliyle… Ben bu ikinci kategorideki insanlarla ilgili konuşmak dahi istemiyorum pek bi kızıyorum kendilerine. Benim bu yazıdaki asıl derdim bilim insanlarıyla… Onlara “siz de mi?” demekten kendimi alamıyorum böyle zamanlarda.. Kendini geliştirmek isteyen bir kişiye YOL GÖSTERMEYEN bir karar mercii ni gerçekten anlayamıyorum. Benim derdim sana bunu yapanlarla bu gibi bilimle alakalı insanlarla işte, seni bu çelişkiye düşürenlerle kardeşim.

“Amaan amma da büyüttün” diyecek şimdi okuyucumuhtemelen, hatta o bilim insanları bu yazıyı okusa kim bilir başka neler diyecekeler “başka işimiz mi yok” “bi de bununla mı uğraşalım” falan filan…. Ama mesele sadece bu örnek değil ki! Etrafımız bağnaz bilim insanlarıyla dolu. Şimdi bilimde bağnazlık olur mu diyecek yine okuyucu. Olmaz elbette. Olmaması gerekir.. Bilim akıl işidir. Akıllı insanlarının (kendilerine veya başkalarına ait) fikirleri baskılamak istememeleri gerekir. Ama ne hikmetse, etrafımız o bahsettiğim kendi bildiğinin doğru olduğu fikrine sabit bi şekilde kenetlenmiş; yeni fikirlere ya da “acaba” lara kendini sıkı sıkıya kapatmış, bir yola girmiş ve asla o yolda ilerlememiş, tek amacı orda varlığını sürdürmek olmuş sözde bilim insanlarıyla dolu… (Hani notları bir türlü güncellenmeyen hocalar vardır, makamını genç genel müdür yardımcısına kaptırmak istemeyen çok yaşlanmış genel müdürler vardır.. sayısız örnek verebilirim bu konuda ) Bana öğrencilik yaşamış hangi insan diyebilir ki “ben sunduğum önerileri dikkate almayan, benimle konuşmaya tenezzül etmeyen, bana fikrimi söyleme fırsatı vermeyen, kendisini eleştirmeme müsaade etmeyen bir öğretmen tanımadım, benim bütün öğretmenlerim benim önümü açmaya ufkumu geliştirmeme yardımcı olmaya çalıştılar” ? Üzülerek söylüyorum ki mutlaka her öğrencinin geçmişinde onu dizginleyen onu kısıtlayan onu tek bir şeye (mesela sınavlarına ya da sınıfı geçmesine) kanalize eden bir öğretmen vardır, hatta daha üzülerek söylüyorum onun ufkunu açan, onu hayata hazırlayan onu geliştiren öğretmen pek azdır öğrenim hayatında. Daha da üzülerek söylüyorum ki onu dizginleyen öğretmenlerin sayısı ve oranı sınıfı ilerledikçe artar (hani ilkokulda elişi dersi vardır ortaokulda bu ders yoktur lisede hobi olarak yapması bile hoş karşılanmaz çünkü üniverste sınavına hazırlanacaktır öğrenci). Daha da üzülerek söylüyorum ki bu oran bilimle alakalı yüksek öğretim kurumlarında daha fazladır. Gerçi muhtemelen bizim Türkiye’miz için geçerli bi durum bu. Mekanizme şöyle işliyor sanıyorum;

Sistemimiz gereği bilim konularında kendini yetiştirmek isteyenler çok ciddi mücadele vermeye zorlanıyor. (Bilim derken de fizik-kimya gibi fen bilimlerini kastettiğimi sanmasın lütfen okuyucu, sosyal bilimler sağlık bilimleri her türlü bilim dahil bu eleştirime.) Günümüzde TUS-DUS sınavları var mesela. Bu türlü zor mücadelelerle uğraşmaktan, kişi etrafıyla nasıl iletişim kuracağı konusunda, hayata dair eksikliklerini fark edip üstüne gitmek konusunda kendine ayıracak vakit bulamıyor. Ve ne yazık ki kockoca bi hayatı bir kenara itip yükselmek veya toplumda yer edinebilmek için tek bir konuya odaklanıyor ve buna yıllarını heba ediyor. Yanlış demiyorum. Keşke böyle olmak zorunda olmasaydı diyorum (ben de bu süreçte DUS a hazırlanıyorum mesela, ben de o eleştirdiğim düzenin bi parçasıyım).. Türkiye’de bu insanlar bu mücadeleye mecbur bırakılıyor. Tercih seçenekleri yok ki. Kendimden bahsedeyim, ben birazcık hayatı da öğreneyim birazcık daha kendimi geliştirebileyim diye tiyatro resim dans spor vs. yapmak istedim bir yandan üniversite okurken. Ne mümkün! Sınıfta kaldım:) Hoş başarısızlık da etkendir tabi (kaldığım dersin teorik sınavı iyi geçmişti fakat pratik sınavından makinahatası yüzünden puan alamamıştım ikisinin ortalaması olınıyordu 60 ortalama mümkün değildi, teorikten 100 bile alsaydım kalacaktım) ama “hem tiyatro yapıp hem de diş hekimi olamazsın” diyen bağnaz bilim insanları tarafından yetiştirildim bu da aldığım notları etkiledi tabi. (Çok değerli fikir adamları, çok değerli öğretim üyeleri de tanıdım bu sayede, üniversite mezunu olduğum ve o değerli bilim insanlarını tanıdığım için çok mutluyum bir yandan, lütfen kıymetli öğretmenlerim bu yazıyı üstlerine almasınlar, öğretmenlik benim için hep en kutsal meslek olmuştur, kendilerine sonsuz saygımı sunuyorum. Benim kırgınlığım önümü kesenlere. neticede hem onu hem bunu yapamazsın diyenler de benim gibi bu mecburiteyi eleştiriyor da olabilir, ama mecburiyet olduğu için yol göstermeye çalışıyor olabilir) Yani ya tiyatro yapmayacaktım, diğer başka ruhumu doyuran hiçbir şey yapmayacaktım ve sadece ders çalışarak sınıfımı geçecektim. Ya da sınıfta kalmayı göze alarak hayatıma bakacaktım.. (bir yandan da yeterince ders çalışacak zamanı bulamamak demek bu, onun da farkındayım, bu da sınıfta kalmama etkendir biliyorum, AMA NEDEN BÖYLE OLMAK ZORUNDA DİYORUM İŞTE! ne gerek var bu kadar zorlamaya…) Ya da başka seçeneğim vardı da ben mi bilemedim? Neyse lafı uzatmayayım. Kendini kısıtlamak, fikirlerini baskılamak zorunda kalıyor demek ki bilim insanları ülkemizde, sözümün özü bu.
Demem o ki bilim bağnazlığı diye bişey var. Olmaması gerektiği halde var. Sosyal yönünü geliştiremeyen, karşısındaki insanı anlayamayan, onun da bir şeyler biliyor olabileceğini veya haklı olabileceğini düşünemeyen kişi nasıl bağnaz olmasın? İster bilim adamı olsun ister sıradan biri olsun… Bir anatomi profesörü bir beyin hastalığına teşhis koyduğunda, beyin cerrahının “o nerden bilicek canım” demesi de aynı bağnazlık değil midir? Ya da bir neyzenin gitar eşliğinde bestesini sergilemesinin tasavvuf musikisiyle ilgilenenleri kızdırması da bu yüzden değil midir? Hepsi aynı bu verdiğim örneklerin.. O bilenler, yani o beyin cerrahları o tasavvuf müziği yapanlar (onlar sadece verdiğim soyut örneklerin temsilidir. neyzenler ve beyin cerrahları kızmasın lütfen) kendi bildiklerinin doğruluğundan o kadar eminler ki, diğerlerinin haddine mi düşmüş yeni birşeyler üretmek, diyorlar.. Sorgulamak, yükselmek, fikir üretmek diğerlerinin haddine mi düşmüş (!) diyorlar.. Bağnazlık tam olarak böyle düşünmektir işte bana göre! Ve ne yazık ki bilim insanlarının içinde de böyle bağnazlar mevcuttur…

Konu dönüp dolaşıp eğitim sistemine geliyor işte. Benim eğitime kafayı bu kadar takmamın sebebi de bu. Bu yüzden öğretmenlik benim için bu kadar kutsal..

Eğitime hayatını vermiş, ülkemize öğrencilerin hem üretmesine hem yetişmesine imkan sağlayan bir eğitim anlayışı getirmiş,
TONGUÇ’a hasret ve saygıyla…

Didem