Bilimin Bağnazlığı…
Hem benim anlatmak istediklerimi özetliyor hem de “bilime fesat karışır mı” yazına fikir beyanı niteliği taşıyor bu yazı evlacığım.
Üniversitede 3. Sınıftaydım. Sigaranın ağız sağlığına olumsuz etkilerini konuşuyoduk derste. Hocalarımızdan biri dedi ki “biliyor musunuz en zor sigarayı bırakan meslek grubu kim arkadaşlar?” Herkes bi yorum yaptı tabi :) Ben sporculardır dedim herhale.. Hoca cevap verdi; “doktorlar”.. vay be dedim kendi kendime. Bile bile lades, hem de direk ve kapsamlı olarak!!! Düşündüm sonra.. Çok şey bilen ya da bildiğini sanan insanı ikna etmek ne zormuş demek.. Kişi kendi aklıyla doğru yaptığını
sanabilir, fakat karşıdan gelecek tepki ve eleştirilere açık olmadığı taktirde yanlış da yapsa düzeltme imkanı olmaz doğru da yapsa pekiştirme imkanı olmaz, diye düşündüm.. İşte dedim insanı eleştiriy kapatan bir özellik daha. Çok bilmek! DAHA DOĞRUSU ÇOK BİLDİĞİNİ SANMAK! İnsan çok bildiğini sanınca istediği gibi davranabilme hakkı buluyor kendinde o bildiğini sandığı konuyla alakalı demek ki. Ne alakası mı var? Bir doktora da “sigara içme ama, sağlığına zararlı” diyemezsin ki. Biliyorum der sana, nasıl ikna ediceksin onu? yaptırım mı uygulayacaksın? ceza mı vereceksin? Kendisi biliyodur başına gelecekleri, bile bile göze almıştır, bile bile yapıyodur, ne diyebilirsin?? (tabi sigara alışkanlığı multifaktoriel, bağımlılık da söz konusu, sigarayı sonra konuşuruz.) Benim demek istediğim kendinden, bildiği şeylerde emin olan insanların rahatsız edici ve bir o kadar da yanlış özgüveninin olması…Bu özgüven o insanı hata yapmaya ne kadar müsait kılıyor bi düşünsene. Senin bahsettiğin şu makale örneği; eğer bu kurum ne yaptığını biliyosa bilerek yapıyosa, yani adilse ki dilerim öyledir; sana açıklama yapmamasının bir tek sebebi olabilir; “biz biliyoruz nedenini, doğru olanı yaptık, sorgulamana gerek yok, biz senden daha çok bu işin içindeyiz, sen bilmesen de olur, önemli olan sonuç ne de olsa..” anlayışı.. Başka bir açıklaması yok bu işin kardeşim. Bu sabit fikri, bu bağnazlığı yani; değil dört, beşyüz tane mail atsan değiştiremezsin.. Adam kendine o kadar çok güveniyor ki fikrini değiştirmenin imkanı yok. Hem fikrini değiştirmeye neden tenezzül etsin? Sen-ben o kadar değerli miyiz ki onun engin bilgisinin yanında(!) di mi..
Oysa nasıl bi çelişkidir ki bilen insan daha ne kadar çok şey öğrenmesi gerektiğini de bilir. Bilen insan bilmek için emek vermiştir, bilen insanın bilmeyenin halinden anlaması gerekir. Bilen insan bilmeyene karşı sorumludur hatta, bildiğini ona da öğretmelidir ancak o zaman o bildiği faydalı olabilir.. Bu nasıl bi çelişkidir ki kimileri bildikçe (yineliyorum bildiğini sandıkça) , yargılamaya, kendini üstün görmeye, küstahlaşmaya başlıyor.. Kaldı ki bu durum doğru bilenlerle alakalı, bir de yanlış bilenler var ki onlar tam başa bela. Hem değiştiremiyosun, hem yargılanıyosun o seni değiştirmeye çalışıyo, hem aşağılanıyosun çünkü o biliyo sen bilmiyosun, hem de ondan öğrendiklerinden zarar görüyosun. Bildiği şeyleri kötüye kullanıyor haliyle… Ben bu ikinci kategorideki insanlarla ilgili konuşmak dahi istemiyorum pek bi kızıyorum kendilerine. Benim bu yazıdaki asıl derdim bilim insanlarıyla… Onlara “siz de mi?” demekten kendimi alamıyorum böyle zamanlarda.. Kendini geliştirmek isteyen bir kişiye YOL GÖSTERMEYEN bir karar mercii ni gerçekten anlayamıyorum. Benim derdim sana bunu yapanlarla bu gibi bilimle alakalı insanlarla işte, seni bu çelişkiye düşürenlerle kardeşim.
“Amaan amma da büyüttün” diyecek şimdi okuyucumuhtemelen, hatta o bilim insanları bu yazıyı okusa kim bilir başka neler diyecekeler “başka işimiz mi yok” “bi de bununla mı uğraşalım” falan filan…. Ama mesele sadece bu örnek değil ki! Etrafımız bağnaz bilim insanlarıyla dolu. Şimdi bilimde bağnazlık olur mu diyecek yine okuyucu. Olmaz elbette. Olmaması gerekir.. Bilim akıl işidir. Akıllı insanlarının (kendilerine veya başkalarına ait) fikirleri baskılamak istememeleri gerekir. Ama ne hikmetse, etrafımız o bahsettiğim kendi bildiğinin doğru olduğu fikrine sabit bi şekilde kenetlenmiş; yeni fikirlere ya da “acaba” lara kendini sıkı sıkıya kapatmış, bir yola girmiş ve asla o yolda ilerlememiş, tek amacı orda varlığını sürdürmek olmuş sözde bilim insanlarıyla dolu… (Hani notları bir türlü güncellenmeyen hocalar vardır, makamını genç genel müdür yardımcısına kaptırmak istemeyen çok yaşlanmış genel müdürler vardır.. sayısız örnek verebilirim bu konuda ) Bana öğrencilik yaşamış hangi insan diyebilir ki “ben sunduğum önerileri dikkate almayan, benimle konuşmaya tenezzül etmeyen, bana fikrimi söyleme fırsatı vermeyen, kendisini eleştirmeme müsaade etmeyen bir öğretmen tanımadım, benim bütün öğretmenlerim benim önümü açmaya ufkumu geliştirmeme yardımcı olmaya çalıştılar” ? Üzülerek söylüyorum ki mutlaka her öğrencinin geçmişinde onu dizginleyen onu kısıtlayan onu tek bir şeye (mesela sınavlarına ya da sınıfı geçmesine) kanalize eden bir öğretmen vardır, hatta daha üzülerek söylüyorum onun ufkunu açan, onu hayata hazırlayan onu geliştiren öğretmen pek azdır öğrenim hayatında. Daha da üzülerek söylüyorum ki onu dizginleyen öğretmenlerin sayısı ve oranı sınıfı ilerledikçe artar (hani ilkokulda elişi dersi vardır ortaokulda bu ders yoktur lisede hobi olarak yapması bile hoş karşılanmaz çünkü üniverste sınavına hazırlanacaktır öğrenci). Daha da üzülerek söylüyorum ki bu oran bilimle alakalı yüksek öğretim kurumlarında daha fazladır. Gerçi muhtemelen bizim Türkiye’miz için geçerli bi durum bu. Mekanizme şöyle işliyor sanıyorum;
Sistemimiz gereği bilim konularında kendini yetiştirmek isteyenler çok ciddi mücadele vermeye zorlanıyor. (Bilim derken de fizik-kimya gibi fen bilimlerini kastettiğimi sanmasın lütfen okuyucu, sosyal bilimler sağlık bilimleri her türlü bilim dahil bu eleştirime.) Günümüzde TUS-DUS sınavları var mesela. Bu türlü zor mücadelelerle uğraşmaktan, kişi etrafıyla nasıl iletişim kuracağı konusunda, hayata dair eksikliklerini fark edip üstüne gitmek konusunda kendine ayıracak vakit bulamıyor. Ve ne yazık ki kockoca bi hayatı bir kenara itip yükselmek veya toplumda yer edinebilmek için tek bir konuya odaklanıyor ve buna yıllarını heba ediyor. Yanlış demiyorum. Keşke böyle olmak zorunda olmasaydı diyorum (ben de bu süreçte DUS a hazırlanıyorum mesela, ben de o eleştirdiğim düzenin bi parçasıyım).. Türkiye’de bu insanlar bu mücadeleye mecbur bırakılıyor. Tercih seçenekleri yok ki. Kendimden bahsedeyim, ben birazcık hayatı da öğreneyim birazcık daha kendimi geliştirebileyim diye tiyatro resim dans spor vs. yapmak istedim bir yandan üniversite okurken. Ne mümkün! Sınıfta kaldım:) Hoş başarısızlık da etkendir tabi (kaldığım dersin teorik sınavı iyi geçmişti fakat pratik sınavından makinahatası yüzünden puan alamamıştım ikisinin ortalaması olınıyordu 60 ortalama mümkün değildi, teorikten 100 bile alsaydım kalacaktım) ama “hem tiyatro yapıp hem de diş hekimi olamazsın” diyen bağnaz bilim insanları tarafından yetiştirildim bu da aldığım notları etkiledi tabi. (Çok değerli fikir adamları, çok değerli öğretim üyeleri de tanıdım bu sayede, üniversite mezunu olduğum ve o değerli bilim insanlarını tanıdığım için çok mutluyum bir yandan, lütfen kıymetli öğretmenlerim bu yazıyı üstlerine almasınlar, öğretmenlik benim için hep en kutsal meslek olmuştur, kendilerine sonsuz saygımı sunuyorum. Benim kırgınlığım önümü kesenlere. neticede hem onu hem bunu yapamazsın diyenler de benim gibi bu mecburiteyi eleştiriyor da olabilir, ama mecburiyet olduğu için yol göstermeye çalışıyor olabilir) Yani ya tiyatro yapmayacaktım, diğer başka ruhumu doyuran hiçbir şey yapmayacaktım ve sadece ders çalışarak sınıfımı geçecektim. Ya da sınıfta kalmayı göze alarak hayatıma bakacaktım.. (bir yandan da yeterince ders çalışacak zamanı bulamamak demek bu, onun da farkındayım, bu da sınıfta kalmama etkendir biliyorum, AMA NEDEN BÖYLE OLMAK ZORUNDA DİYORUM İŞTE! ne gerek var bu kadar zorlamaya…) Ya da başka seçeneğim vardı da ben mi bilemedim? Neyse lafı uzatmayayım. Kendini kısıtlamak, fikirlerini baskılamak zorunda kalıyor demek ki bilim insanları ülkemizde, sözümün özü bu.
Demem o ki bilim bağnazlığı diye bişey var. Olmaması gerektiği halde var. Sosyal yönünü geliştiremeyen, karşısındaki insanı anlayamayan, onun da bir şeyler biliyor olabileceğini veya haklı olabileceğini düşünemeyen kişi nasıl bağnaz olmasın? İster bilim adamı olsun ister sıradan biri olsun… Bir anatomi profesörü bir beyin hastalığına teşhis koyduğunda, beyin cerrahının “o nerden bilicek canım” demesi de aynı bağnazlık değil midir? Ya da bir neyzenin gitar eşliğinde bestesini sergilemesinin tasavvuf musikisiyle ilgilenenleri kızdırması da bu yüzden değil midir? Hepsi aynı bu verdiğim örneklerin.. O bilenler, yani o beyin cerrahları o tasavvuf müziği yapanlar (onlar sadece verdiğim soyut örneklerin temsilidir. neyzenler ve beyin cerrahları kızmasın lütfen) kendi bildiklerinin doğruluğundan o kadar eminler ki, diğerlerinin haddine mi düşmüş yeni birşeyler üretmek, diyorlar.. Sorgulamak, yükselmek, fikir üretmek diğerlerinin haddine mi düşmüş (!) diyorlar.. Bağnazlık tam olarak böyle düşünmektir işte bana göre! Ve ne yazık ki bilim insanlarının içinde de böyle bağnazlar mevcuttur…
Konu dönüp dolaşıp eğitim sistemine geliyor işte. Benim eğitime kafayı bu kadar takmamın sebebi de bu. Bu yüzden öğretmenlik benim için bu kadar kutsal..
Eğitime hayatını vermiş, ülkemize öğrencilerin hem üretmesine hem yetişmesine imkan sağlayan bir eğitim anlayışı getirmiş,
TONGUÇ’a hasret ve saygıyla…
Didem
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa