30 Ekim 2013 Çarşamba

Ateşim mi var?

Kocaman bir şehrin kıyılarına sayılarını bilmediğim gemiler yaklaşıyor, sahiplerine birbirinden kıymetli ticari değeri yüksek mal getiriyorlar. Gemilerin yüklerini limana indirmeleri için, benim orada olmam gerekiyor, ama sıkışıp kaldığım yatağımdan dışarı çıkamıyorum.
Ne kadar sıvı tükettim ki bu kadar terliyorum?
Gemileri görüyorum, yaklaştıkları şehrin havasını biliyorum, malı indirirken yaşanacakları, gelen malların benim için ne kadar kıymetli olduğunu, malı indirecek adamların tipini, karaya ayak basacak kaptanın yüzündeki sarhoşluğu... ama yataktan çıkamıyorum.
Gözlerimi açıyorum, kapalı bir odadayım, apartmanın ortasındaki anlamsız boşluğa bakan odadayım, çok cılız bir ışık giriyor içeriye, tekrar gözlerimi kapatıyorum. Terliyorum. Burası benim uyuduğum odaydı, hatırlıyorum.
Apartman boşluğunun tepesinde kuşlar uçuşuyor, uzaktan seslerini duyabiliyorum, çığlık çığlığa kalmışlar, bana bir şeyleri mi haber veriyorlar?
Gemilerim demir alıyor, orada olmam lazım. Terliyorum.
O pencerenin yukarısında, madde olmaktan ötede bir şeyler olduğunu fark ediyorum. Beynimden dünyanın en kıymetli bilgileri geçiyor ben gemileri karşılamak için endişeleniyorum. Bunlar uzaylılar olmalı, bilinmeyen varlıklar... Beynimden geçen bilgiler dünyaya yayılıyor, içgüdüleri kuvvetli insanlar bu bilgilere ulaşabiliyorlar, ama ben ulaşamıyorum. Demek ki beni taşıyıcı olarak kullanıyorlar. Sadece bir konak olarak varım, terliyorum. Bunca önemli işimin ortasında bir de burnum akıyor, onunla uğraşırken sinir oluyorum, üstelik gemilerim hala beni bekliyor!
Kuşların sesi deliyor kulaklarımı, bu bilgi akışını onlar da hissediyorlar kesin, ama eminim birden fazla çeşit var, en az dört tane sayıyorum, dört farklı ötme sesi duyuyorum, biri uzun, birisi cılız, birisi kesik kesik, birisi şarkı söyler gibi... Beni uyarmak mı istiyorlar anlamıyorum, terliyorum.
Burnumu siliyorum, yastığım, yorganım üstüm başım sudan çıkmış gibi, kuşlar bas bas bağırıyor, gemiler beni bekliyor...
Kuşların son çığlıklarıyla birlikte benim beynimin araç olarak kullanılması (tam da tahmin ettiğim gibi) son buluyor, birden sakinleşiyorum, suskunlaşıyor beynim, gözlerimi açıyorum.
Gribim (veya nezle, her neyse) ve ateşim var! Ama o zaman neden terliyorum? Uyumadan önce Game of Thrones izledim ve 3 kase çorba tükettim, aşırı çorba tüketimimi saymazsak, aslında sıradan bir insan olduğumu hatırlıyorum.
Kalkıp elimi yüzümü yıkıyorum, odaya geri dönüyorum, hiç kuş sesi yok, gemiler tamamen rüyaymış, ama uzaylılar bana teşekkür etmek için odama gelmiş olabilir mi? Ya kapının arkasındaysa bir tanesi? Telepatik yollarla anlaşabildiklerini düşünüp, onlara bunun beni daha çok korkutacağını söylüyorum, "teşekküre gerek yok, insanlığa bir gram faydamız olduysa ne mutlu bize, beni korkutacak şeyler de yapmayın lütfen! " diyorum ve gözlerimi kapatıyorum. Uyuyabildiğimi söyleyemeyeceğim ama sabahı gördüm :)
Ne manyakça bir hal!!
Bu yazımın sizin hayatı anlamanız açısından faydalı olacağına inandım gerçekten, bu uzaylılarla ilk temasımdı ayrıca :D Bana da bambaşka içgörüler katmıştır kendisi.
Teşekküre gerek yok gerçekten :)

Evla

16 Ekim 2013 Çarşamba

Ruhların Kaçışı (Spirited Away)

10 yaşındaki bir kızın gözlükleriyle çekilmiş bir animasyon film...Filmin cezbedici bir yanı var, bir yandan hızlı tüketim - sanayi toplumunu, bir yandan da insani değerleri hatırlatıyor.

Esas Kız'ın ebeveynleri, bu hesapsız tüketim toplumunun birer parçası, kız ise dünyayı bambaşka bir gözle görüyor. Sevdiği insanlar için kendisinden fedakarlık ediyor, dünyevi işlerden daha uzak bir kız.


Bütün o garip olayların bir kızın dünyasında gerçekleşmesi, filmin sonunda "acaba bunların hepsi hayal ürünü müydü?" sorusunu getiriyor akla. Garip olaylar; başka gezegenlerde veya boyutlarda olan canlıların belirmesiyle başlıyor. Bu canlılar, kendi içlerinde düzenli bir ortamda yaşıyorlar ve aslında film de bir insanın aklından çıktığı için belki de, dünyevi düzene benzer bir düzen içinde yaşıyorlar. Kızımız bir düzenden bir başkasına giriyor; düzene uyum sağlamasını gerektirecek yaşa gelmediği için belki de, iki hayata da kolaylıkla uyum sağlıyor.



Filmde bu kadar etkileyici olan ne var; küçük kızın çabası, karşılıksız sevgisi, ebeveynlerinin bunun farkında bile olmayışı, o çocuğun kendisinden büyük kişilerden çok daha bilgece davranması, doğallığı, şaşkınlığı, içinde bulunduğu karmaşanın dışında yaşaması, zarar görmekten korkmaması ve en sonunda hiç bir şey olmamış gibi şişinmeden-dövünmeden-küsmeden hayata kaldığı yerden devam etmesi...

Hayatı bu kızın gözleriyle yaşamak vardı,  umutsuzluğa düşmeden, ruhunu kaybetmeden.

Evla

15 Ekim 2013 Salı

Doldurulmuş Hayvanlar

Bugün Doğa Müzesi'ne girdik, içeride ölmüş ve içleri doldurulmuş hayvanlar vardı. Böylece bu hayvanları daha yakından, güvenli bir şekilde görüp inceleyebiliyorsunuz: pek çok minik kuş, leylek, kaz, kareta kareta kaplumbağası, minik böcekler ve diğerleri...
Bir sorum olacak; neden bu hayvanları öldürüp dolduran insanları da öldükten sonra doldurup, doldurdukları hayvanların yanına, bir camın arkasına koymuyoruz? Hem insan hayvandan daha zararlı değil mi? Böylece insanı da güvenli bir şekilde inceleme fırsatını buluruz, olmaz mı?

Evla

5 Ekim 2013 Cumartesi

Tırtıllar ve düşler

Derin bir nefes aldım ve avucumu açtım gökyüzüne, yağmur damlalarıyla doldurdum ellerimi önce. Sonra derin derin düşündüm ve o düşün içine girdim işte, tam ortasına, uykuyla uyanıklık arasında… Bir defterin kapağını açtım, çok önceden yazılmıştı, solmuş gözleriyle benim gözlerime bakıyordu. Okuyan değiştikçe o da değişiyordu.

Kırmızı bir perde havalandı defterin sayfasından, ucundan kan damlıyordu, ardından siyaha döndü ve sarıya. Solgun, hastalık sarısı değildi bu, güneşin sarısı gibi, gecenin sarısı gibi can veriyordu ve canından ediyordu kendisini ve beni, çünkü yakıyordu. Saçmalıyordum belki de, mavi bir dalgada boğuluyordum kim bilir. Boynum ağrıyana kadar o defterin başında kaldım, başka şeyler de vardı ama onlar o kadar soluktu ki, ben sadece kendi rengârenk hayalimi görüyordum orada. Bazen bulutlar alçalıyor, benim ellerimi görmemi engelliyordu, ben de bekliyordum çaresiz. Bazen de bir tırtıl tırmanıyordu sarı fitilli pantolonumun paçalarından, onu incitmemek için kımıldamadan bekliyordum. Sesler geliyordu gözümün önüne, bazılarını dinliyor, bazılarına aldırmıyordum. Böylece ben dökülürken bir dağın tepesinden, hayat da benimle birlikte dökülüyordu.

Paçamdan tırtılların çekildiği bir an, ellerimi çektim sulardan, ellerim aşınmıştı, renkler yorulmuştu, düşler ise kırık kanatlarıyla tepemde dönüp duruyordu. Artık defter tükenmeye yüz tutuyordu ve ben düşler tarafından kaybedilmiştim. O, beni kaybeden cebimde sakladığım hayalleri çıkarttım ve sakin bir göle ulaşmalarını dileyerek rüzgara bıraktım, bir girdapta gibi döne döne gidiyorlardı. Küçük bir kızın ellerinden, bir kangurunun kesesine atladılar, fasülye ağacından bulutlara tırmanıp, yeraltı suyundan bir değirmeni çevirdiler, dönen değirmenin millerinde fitilli pantolonu dokudular ve yine o cebe saklandılar.

Kurtulamadığım düşümde bir düşteydim ve düş canlılarının dilindeydim sanırım ki, onlar da kendi ceplerine bakıyorlardı. Fitilli pantolonun güneş sarısı renginde kaybolup, durulmayı diliyorlardı onlar da. Onların da solgun renkleri canlanmaya can atıyordu diye düşünüyordum. Bir kaosun içinde, kanatları kırılmış düş canlılarıyla birlikteydim ve düşmek an meselesiydi. Ben bir deliydim, renkler beni boyamıştı ve gizlenmek olanaksızlaşmıştı. Onlar da benim gibi süzüldüler yıldızlarla birlikte aşağıya ve düşmek hepimizin korkusundaydı.

Korkulardan ötede bir kuytu köşeye çekildim, defterin sayfaları tükenmişti. Gözle görülemeyecek sesler, duyulamayacak görüntüler ve bitemeyecek sonlarla barışıp, sessiz sözleşmeleri yırtmaya yeltendim tekrar ve tekrar. Tırtıl mevsimi geçmeden tekrar suskun olmanın vakti gelmişti ya, gözlerim fitilli pantolonuma takıldı, tırtıllar paçamı bırakmıyorlardı. Onları paçalarımdan ayırdım, masa örtüsünün altına gizleyip, dünyanın yemek masasına oturdum. Yorgun gözlerimle, masadaki yorgun gözlere selam verdim ve sarı fitilli pantolonlarımızın ceplerinin düşlerle dolmasını diledim.

Evla.