29 Aralık 2012 Cumartesi

Ben Kimim

İnsan kim olduğunu nasıl bilebilir?
Benlik Sunumu konusu geliyor aklıma. Prof.Dr.Nuri Bilgin 'in, sosyalpsikoloji dersinde konuşmuştuk; İnsan zaten kendisine karşı yanlı, yani, kendisini olduğundan farklı görme eğiliminde, üstüne üstlük, dışarıya karşı da, bu şekilde kendisini farklı gösterme eğilimindedir. Bir de sosyal medyayı ekleyelim bunun üzerine, facebook'taki fotoğraflar, twitter'daki yazılar, olmak istediğimiz insanı yansıtan her unsur bu sitelerde kayıtlı. Olmak istediğimiz insanı, sosyal medya üzerinde yaratabiliyoruz. Oysa insan, kusurludur ve asla kararlı bir yapıda değildir. İnsan özünde bencildir, bu bencillikle başa çıkmak ise belki bir ömrü alabilir.
Eleşitirel teorinin bakış açısıyla yaklaşalım; insanları benlik sunumunda yanlılığa, taraf olmaya iten unsurlar nelerdir? Muhtemelen; toplum normlarına uyma çabasıdır, toplumda kabul görme arzusu, beğenilme, takdir edilme ihtiyacıdır. Oldukça anlaşılır ve masum bir amaçtır aslında.
Eleştirel teorinin bir diğer sorusunu soralım, bu yanlılık, neye sebep olur? Bu yanlılık, insanın kendisini olduğundan farklı görmesine, hatalarının üzerini örtmeye çalışmasına, insanın belirli kalıplar içine girmek için kendisini zorlamasına sebep olur bence.
Bu yanlılık, ayrıca, tüketim alışkanlıklarına da yansır. Moda denilen akım, tamamen bu ihtiyacın üzerine kurulmuş olup, ihtiyaçtan çok ötede, toplumca benimsenen kıyafetlerin tercih edilmesi durumudur.
Burada, oturduğumuz yerden izleyip, modaya uyan insanları bir kalıba sokmak, onların kendilerine yaptıklarını, bizim de onlara yapmamız anlamına gelir; çünkü modayı takip etmek artık bir zorunluluk halini almıştır, çünkü moda olan kıyafetlerin taklitleri kısa sürede yapılır ve bu ürünler bol miktarlarda piyasaya pazarlanırlar. Siz, ihtiyacınız olduğu için kıyafet alsanız bile, bu modaya uygun kıyafetlerden almak zorunda kalırsınız.
Başka yol izleyen gruplar da var elbette, bu grupları siyasi görüşleri ile de sınırlamak istemiyorum ancak, yaşantılarını bazı düşünce ve inançları referans alarak düzenleyen gruplar, örnektir; dini inancı güçlü olan veya sol görüşlü bireyler, yukarıda belirttiğim gibi bir kalıba uygun olacak şekilde tüketmekten yanadırlar. Mesela bu gruplar kendi görüşlerini belli eden veya yansıtan kıyafetler alma eğilimindedirler. Modadan uzaktırlar ancak, kıyafetlerini başka bir kalıba uymak için satın alırlar bu sefer. Burada elbette başörtüsünü ayırmak gerekir: bu tüketimin, her ne kadar istisnaları mevcut ise de, dini inancı yansıtmak için değil, dini inancın gereği olarak gerçekleştiğini düşünebiliriz. Aynı mantıkla, yöresel kıyafetlerine bağlı bireyler de modadan uzaktırlar, bu bireylerin bazıları ekonomik olması sebebiyle yöresel kıyafetleri almaya devam eder, bazıları ise, yöresini temsil etmek için yine bir kalıba uyarak belirli bir ürün grubunu tüketmektedir.
Bu tüketim alışkanlıklarında, kıyafetten başka ürünler için de örnek vermek mümkündür; gıda maddelerinde belirli markaların, siyasi veya dini sebeplerle tercih edildiği yada tercih edilmediği durumlar vardır. Bu tutumlar da benlik sunumunun birer uzantısı olabilirler.
Şuraya gelmek istiyorum: gerçekten kim olduğunu bilen birisi varsa, rica etsem, bana da anlatabilir mi?
Candan Erçetin'den gelsin, Ben Kimim...

Evla

27 Aralık 2012 Perşembe

Shape of my Heart

Yıllar önce, büyük bir zevkle dinlediğim bir şarkıydı bu, ne var ki sözlerini anlamıyormuşum, hem de hiç. Ne olacak, hepsi hepsi aşkı anlatıyordur diyordum. Şimdi, bir adamın hayatla mücedelesini, iskambil kartlarıyla oynanan bir oyunmuş gibi anlatan sözlerini dinliyorum.

Shape Of My Heart - Sting
He deals the cards as a meditation
And those he plays never suspect
He doesn't play for the money he wins
He doesn't play for respect
He deals the cards to find the answer
The sacred geometry of chance
The hidden law of a probable outcome
The numbers lead a danceI know that the spades are the swords of a soldier
I know that the clubs are weapons of war
I know that diamonds mean money for this art
But that's not the shape of my heartHe may play the jack of diamonds
He may lay the queen of spades
He may conceal a king in his hand
While the memory of it fadesI know that the spades are the swords of a soldier
I know that the clubs are weapons of war
I know that diamonds mean money for this art
But that's not the shape of my heart
That's not the shape, the shape of my heart
And if I told you that I loved you
You'd maybe think there's something wrong
I'm not a man of too many faces
The mask I wear is one
Those who speak know nothing
And find out to their cost
Like those who curse their luck in too many places
And those who fear are lost
I know that the spades are the swords of a soldier
I know that the clubs are weapons of war
I know that diamonds mean money for this art
But that's not the shape of my heart
That's not the shape of my heart

Kalbimin Şekli - Sting
Kartları meditasyon yapar gibi dağıtır
Ve oynayanlar asla şüphelenmezler
Kazanacağı para için oynamaz
Saygınlık kazanmak için oynamaz
Kartları, cevap bulmak için dağıtır
Şansın kutsal dizilimi
Muhtemel sonucun saklı kuralı
Sayılar dansa öncülük ederBiliyorum ki, maçalar bir savaşçının kılıcıdır
Biliyorum ki, sinekler bir savaşın silahı
Biliyorum ki, karolar bu sanatta para anlamına gelir
Ama benim kalbimin şekli bu değildir
Karo erkeği (vale) oynayabilir
Maça kızı serebilir
O elinde bir kralı saklayabilir
Anıları solarkenVe eğer seni sevdiğimi söyleseydim sana
Birşeylerin yanlış olduğunu düşünebilirdin
Ben birden çok yüzü olan bir adam değilim
Taktığım maske tektir
O konuşanlar hiçbirşey bilmezler
Ve kendi fiyatlarını açığa verirler
Şansına her yerde sövenler gibi
Ve korkanlar kaybolurlar
.....
Not: Türkçe çevirisi bana aittir, herhangi bir iddiam yoktur.

Şarkı aynı zamanda, 1994 yapımı "Leon: The professional" adlı filmin (Türkçe'ye "sevginin gücü" olarak çevirdiler!) müziğidir. Sözleri Sting ve Dominic Miller'a aittir. Esas adı Gordon Matthew Thomas Sumner olan, ama kendisini çok şükür ki Sting kelimesiyle hatırladığımız, 1951 doğumlu müzisyen seslendirmiştir.
Şarkıda, hayat iskambil oyunuyla özdeşleştirilir. Karo, sinek ve maça ile ilgili, hayattaki mücadeleyi simgeleyen benzetmeler yapılmış, ancak kalp bu tanımların dışında tutulmuş. Hayatla gayet iyi başa çıkan, tek yüzlü bir adamdır şarkıdaki kişi. Sevgiyi, bu mücadelenin dışında tutmaktadır.
Filmde de, elinde silah, zor bir oyuna bulaşmış, soğuk bir adam vardır, bir de genç bir kız. Filmle ilgili başka bir yazı yazmak istiyorum, bu sebeple bu konuya girmeyeceğim.
Bitiş cümlesi yazamıyorum, siz bir sonuç cümlesi yazar mısınız? İnsanın kendi sonunu yazması ne kadar da güzeldir.
Evla

25 Aralık 2012 Salı

Okültizm

Bu kelimeyi vikipedia'da "gizli ve saklı olanın bilgisi" olarak açıklamışlar. Gizli saklı olanı içermesi sebebiyle, bu kelimeyle ilgili farklı sayfalarda farklı görüşler yazıyor. Kimi bir bilim dalı, kimi büyücülükle ilgili, kimisi de paranormal olaylar olarak açıklamış. Burada büyük bir anlam kargaşası olduğunu düşündüm bu sebeple İngilizce hali olan "Occultism" kelimesinden yola çıkarak araştırma yaptım.
Occultism gizli saklı olan anlamına geldiği için, açıklanamayan bütün olaylar (Kehanetler, büyücülük, reenkarnasyon gibi) bu alan başlığında toplanabiliyor.
Bu açıklanamayan gizli olaylar konusu, tahmin edersin ki çok uzun yıllar önce de gündemdeymiş. Mitoloji'de de yeri var;
  • Cassandra (Alexandra olarak da biliniyor) : Yunan mitolojisinde Kâhin (Oracle) olarak geçiyor. Bu kadınla ilgili efsane şu şekilde: Cassandra çok güzel olduğu için, Apollo (Işık ve güneşin, doğruluk ve kehanetin, müziğin, şiirin ve daha birçok şeyin tanrısı) ona kâhinlik özelliği veriyor, hatta Cassandra, Apollo'nun tapınağında kaldığında, yılanlar Cassandra'nın kulağını yalıyorlar, böylece Cassandra herşeyi duyar hale geliyor. Ancak, sonra Cassandra Apollo'dan soğuyor, Apollo da onu lanetliyor ve Cassandra'nın söylediklerine kimsenin inanmamasını sağlıyor.
  • Circe (Kirki olarak okunuyor): Yunan Mitolojisinde büyücü bir tanrıçaymış. Kendisine karşı savaşanları hayvana dönüştürdüğüne inanılıyor.
Yukarıdaki örnekler dışında, Semiramis konusundan da bahsedelim;
Semiramis: Babil'in asma bahçeleri'ni yaptıran Asur Kraliçesiymiş. Bu kadın gerçekten yaşamış birisi ancak hakkında çok fazla efsane var. Adına filmler çekilmiş, operalar düzenlenmiş, tablolar yapılmış. Bizi ilgilendiren bölüm ise onun da büyücülükle bir alakası olduğuna inanılması.
Okültistler, nesnelerin içinde bir "iç doğa" (inner nature) olduğuna inanıyorlar ve bilimin bu iç doğayla dış görüntü arasındaki ilişkiyi açıklayamayacağını düşünüyorlar. Inner nature terimini ilk kullanan kişi ise Alman bir filozof olan Arthur Schopenhauer. Velhasıl, bu filozofun kendisi, açıklanamayan olayları açıklayan bir iç doğa olduğunu varsaymış.
Dolayısıyla rasyonel düşünceyle okültizmin aynı koltukta yeri yok.
Bunların dışında "Kabbalah" adlı bir disiplin ile karşılaştım. Bu biraz ayrıntılı bir konu ancak, yahudilerin inançlarını yansıtan, esrarengiz olayları açıklayan bir bakış açısı olduğunu söyleyebiliriz. Amaç, ölümsüz yaratıcı olan Tanrı'yla, sonlu evren arasındaki esrarengiz ilişkiyi açıklamakmış. Bu öğreti, 18. yy'da oldukça kıymetliymiş. Konuyu detaylı incelemedim, konu başlığımıza sadık kalayım.
Sonuç olarak, okültizm oldukça geniş kapsamlı bi olgu . Açıklanamayan olaylarla bağlantılı olduğu için de dinle yakından ilgili bir yaklaşım.
Bu konuyla bağlantılı terimler aşağıdaki gibi:
  • Astral seyahat: Uyku halindeyken, süptil maddelerden olşan bedenin, fiziksel bedenden ayrılarak seyahat etmesi anlamındadır.
  • Anima mundi : (Dünyanın ruhu) Dünyanın semavi açıdan canlı olmasıdır.
  • Esîr: Stoacıların kullandığı bir terim. Maddenin, insannın 5 duyusuyla algılanamayan, daha süptil, yoğunluğu gazdan daha düşük ve titrasyonu yüksek haline verilen ad. "Ether" de deniliyor. (Nasıl bir alaka var bilmiyorum ama bu terim kuantum fiziğinde de geçiyordu :)) gerçekten! Kuantum fiziğinin tarihçesiyle ilgili birşeyler yazacaktım, orada bahsedeyim)
  • Felsefe Taşı: Simya ilimine göre dokunduğu her nesneyi altına dönüştüreceğine inanılan taş.
  • Beşinci Unsur: Ateş, hava, su ve toprak dışındaki, algılanamayan hal
  • Akaşa / Akaşik Kayıtlar: " evrende meydana gelen her olayın, her hareketin yok olmadığını, hepsinin izlerini bıraktığını ve kaydolduğunu ileri süren tezoflarca kullanılan bir terimdir." dolayısıyla her insanın kişisel akaşa'sının olduğuna inanıyorlar. Bu terimi ilk kez H.P. Blavatsky (Teosofi derneğinin kurucusu) ortaya atmış.
  • "Simulakrum (çoğulu Simulakra) doğadaki cansız maddelerin kendiliğinden, bir anda veya zamanla bir canlıya benzer biçim almasına ve bu tür oluşumlara verilen addır."
  • Omina: Kahinlik
Bu kadar canımın içi...
Evla

24 Aralık 2012 Pazartesi

Bir Bütünün Parçası İnsan

"A human being is a part of a whole, called by us _universe_, a part limited in time and space. He experiences himself, his thoughts and feelings as something separated from the rest... a kind of optical delusion of his consciousness. This delusion is a kind of prison for us, restricting us to our personal desires and to affection for a few persons nearest to us. Our task must be to free ourselves from this prison by widening our circle of compassion to embrace all living creatures and the whole of nature in its beauty." Albert Einstein

* “İnsan, bizim evren dediğimiz, bir bütünün parçasıdır, zaman ve mekanda sınırlı bir parça. Kendisini, düşüncelerini ve hislerini, geri kalan her şeyden ayrı bir şeymiş gibi deneyimler... bilincinin bir çeşit optik yanılsamasıdır bu. Bizi, kişisel arzularımız ve yakınımızdaki birkaç kişiye olan sevgimizle sınırlayan bu yanılsama, bize bir tür hapis gibidir. Bizim görevimiz; yaşayan tüm canlıları ve sahip olduğu bütün güzelliğiyle bütün doğayı içine alacak şekilde merhamet çemberimizi genişleterek, bu hapisten kendimizi kurtarmak olmalıdır.” Albert Einstein

*tercümeyle ilgili herhangi bir iddiam yoktur, hatalı ise lütfen beni uyarın.

Evla

22 Aralık 2012 Cumartesi

Dostun Kelâmı

Dost edinmek zordur, dost olmak da öyle. O bağ, her iki taraf için de, belli bir sürecin içinden geçmeden kurulmaz.
İnsan, sorunları yarattığı düzlemin içinde kalarak, kendi sorunlarına çözüm getiremez diye bir söz vardır. Sözü devam ettiren birileri tarafından, o düzlemi değiştirebilecek kişiye atıf yapılır, dosttur işte o zor zamanların ışığı denilir. ("We can't solve problems by using the same kind of thinking we used when we created them." Albert Einstein)
Ne gariptir ki, biz o zamanlarda, yardıma ihtiyacımız olduğunu bile göremeyebiliriz. Canımız yanar sadece, bir sorun vardır, hissederiz, kendimizi koskocaman bir dünyanın içinde, minicik bir çocuk gibi çaresiz, bir yerlerde kaybolmuş hissedebiliriz. Bırakın kendi derdimize derman olmayı, onu ortaya koyacak, masaya yatıracak gücümüz bile olmayabilir. İnsan, kendi kendisine yetebilecek vasıflara sahiptir derler ama bazen yetmez.
O uykunuzdan, ancak değişen koşullar ( http://didevla.blog.com/2012/11/20/kirilmalar-ve-insan-algisinin-degisimi/ ) veya akıllı ve yürekli bir insan uyadırabilir sizi. Bu, sizi daha iyisi için eleştiren kişidir aynı zamanda. Sizi iğnelemek, sizi kırmak değildir esas niyeti. O sizin gözlerinizin içine bakarak, sizin kendi yolunuzdan saptığınızı söyleyebilecek kadar yürekli ve hatta sizi üzeceğini bile bile, sizi kaybetme riskini göze alarak konuşabilecek, kıymetli bir akıldır yanınızda. Zordur onun işi, çünkü o susup, bir kenara çekilip, sizin yanışınızı izleyemez, onun da canı yanar sizinle birlikte. Zordur işi, çünkü o sizi yönetmeden, sizin itaat altına girmenize imkan vermeden yapar bunları. Size "yol gösteren" , "yolunuzu aydınlatan" olmak değildir esas niyeti, sizi mahcup etmek değildir kendisine karşı. "Ben demiştim" demek, kendisiyle övünmek değildir derdi, belki övünür ya kendisiyle, söze dökülmez o övgüler. Hatta iyisi, sitem nedir bilmez, "neden aramıyorsun beni " cümlesini bilmez, "hayırsız, bir hal hatır sor bari" cümlesini bilmez, şudur bildiği; "iyi misin?". Budur benim dost tanımım.
Herkes gülebilir yüzünüze, her vasıfta insan arayıp hal hatır sorabilir sizden, yüzlerce arkadaşınız olabilir, hatta havanın ve suyun bütün bileşenlerini analiz edebilirsiniz onlarla. Oysa, dostun sayısı çok azdır, onlar azdır ve özdür.
"Eleştirmek, sevgi ve akıl işidir" demişti babam; demek ki, diğer eleştriler, ya kırmak için yapılır yada düşünmeden söylenen anlamsız yorumlardır, onlar üzerine durup düşünmeye bile gerek yoktur. Bizi seven kimse, kimse bizi tanıyan ve aklına mantığına güvendiğimiz, onun sözü değer kazanmalıdır gözümüzde.
Hayatınızda böyle bir insan yoksa eğer, sizi aptalca ve/veya zalimce eleştiren insanların arasındasınız demektir.
Bu durumun belki de daha da kötüsü, hiç eleştirilmediğiniz, sürekli onaylandığınız bir hayattadır. Bu hayatı yaşayan birey de, diğer herkes gibi, hata yapmaktadır; ancak maalesef hata yaptığından bile haberdar olmamaktadır. Kendisinden haberdar olmayan bir bireyin ne yapmasını beklersiniz? Elbette ki içinde bulunduğu sahte ilişkilerin gerginliğini hissedecektir, ne var ki bunların arkasını aydınlatacak gücü kendinde bulması çok zor olacaktır. Hatta, muhtemelen, bu sürekli onaylanır haline alışacak, bir süre sonra da kendisinin kusursuzluğuna inanacaktır. Bilmiyorum ki, bundan daha kötüsü olabilir mi?

Evla

18 Aralık 2012 Salı

Cinsiyetlerin Geleceği

Biraz önce, kadınların baskın olduğu toplumlarda, erkeklerin baskın oldukları toplumlara kıyasla daha fazla yenilik yapıldığını okudum. (Vecchi ve Brennan, 2009 )
Kadınlar ve erkekler varlıklarından itibaren farklı fonksiyonlar taşıyorlar. Eski çağlarda; erkekler avlanır, kadınlar mağaralarında beklerlerdi. O zamanın koşulları çetindi elbette ve kadın erkeğe göre fiziksel olarak daha zayıftı. Bu yaşam şeklinin oldukça makul bir anlamı vardı o zamanlar.
Şimdi, çetin koşullar, iki cinsiyet için de eşit hale geldi. Aklımızı kullanarak yaptığımız işler arttıkça, hayattaki zorluklar azaldıkça, ev işleri hafifledikçe, kadınlar evlerinden çıkabilir hale geldiler. Bu teknolojik devrim sürecinin bir sonucudur; önceden temizlik ve çamaşır işlerini 1 günde zor bitiren kadın, bir parti çamaşır yıkamak için 10 dakikasını harcar hale geldi. Tencereleri yıkayan, sebzeleri doğrayan, ekmeği dilimleyen, meyvenin suyunu çıkartan ekipmanlar çıktı. Bunlar da yetmemiş gibi, insanlara bu hizmetleri sunan restıorantlar, ütücüler, terziler, kuruyıkamacılar çıktı. Kadınların işleri, oldukça hafifledi. Ben kendimi annemle kıyasladığımda, bu devrimin etkilerini rahatlıkla hissedebiliyorum.
Bir taraftan, işçilere olan ihtiyaç da azalıyor, onların yerini makineler, robotlar almaya başladı.
Böyle bir yol bizi nereye götürür dersiniz?
Kadın ve erkeğin eşit olması gerektiğinden bahsediyoruz. Artık estetik değerler sadece kadınlar için geçerli değil, erkekler de estetik görünmek için bir çaba harcıyorlar. Artık sadece erkekler çalışmıyor, kadınlar da para kazanmak için bir çaba harcıyorlar. Dolayısıyla, cinsiyet rollerimiz kısmen de olsa birbirine geçmiş durumda.
Bir olay karşısında "neden sadece erkekler yapıyor bunu?! kadınlar da yapabilir pekala!" diyen kadınlar ve erkekler var dünya üzerinde.
Bu sürecin devamında, kadın ve erkek arasındaki ayrımın eskisine oranla çok daha az olacağını öngörebiliriz. Bu yakınlaşma; hem davranışsal, hem psikolojik, hem de fizyolojik olacaktır. Evrim teorisinin dayanağıdır bu adaptasyon süreci. Evrime inanmayan insanlar da bu süreci öngörebilirler.
Dolayısıyla, insanın, insan olarak, zeka ve akıl olarak değerlendirileceği bir toplum hayal eder misiniz?Elbette bundan yüzyıllar sonrasından bahsediyorum. Güzel olmaz mıydı?
Belki de dinazorlar gibi olacak sonumuz, afetlerle telef olup gideceğiz, kim bilir?

Evla

İçimizdeki Canavar

Aşağıdaki paragraf, Ahmet Altan'ın bir kitabından (2002) alıntıdır:

"Sevdiklerinizin ruhlarında oluşan anlık değişimleri, duygusal sıçramaları, her zaman çok da belirli nedenlere bağlı olmayan yakınlaşmalarını ve uzaklaşmalarını, bilinçlerinin alt kısımlarındaki ulaşılmaz bölgelere saklanmış arzularının değişik biçimlerde ve beklenilmeyen zamanlarda ortaya çıkışını izleyebilseydik; heralde sakin bir denizde, suların arasından aniden yükselen bir canavarı gördüğünde zavallı bir balıkçının hissedeceği korkuyu ve şaşkınlığı hissederdik. Ürkütürlerdi bizi. Hiçbir zaman başka bir insanı, o insan en yakınımız olsa bile, tümüyle tanıyamayacağımızı, iki insan arasında daima, görülemez karanlık alanların bulunacağını, iki insanın asla tam analmıyla bütünleşemeyeceğini, kimseye kendimizi bütün açıklığımızla gösteremeyeceğimiz gibi, kimsenin de kendisini bize bütün açıklığıyla gösteremeyeceğini fark edip; kendimizi bu dünyada yapayalnız hisseder, yüzünü gördüğümüz, sesini duyduğumuz, günlerce, aylarca hatta yıllarca konuştuğumuz birinin nasıl olup da bize yabancı olabileceğini anlayamamanın çaresizliğini yaşardık."

Evla

14 Aralık 2012 Cuma

Sevmekten Vazgeçmek

Bazen bir insanı, bazen bir grup insanı, bazen bir semti, bazen bir şehri, bazen bir ülkeyi, bazen bütün dünyayı sevmekten vazgeçer insan. Sadece ben değil, başkaları da vazgeçmiştir sevmekten, böyle değil midir?
Önce kendinizi sevin derler, evreni sevin sonra, taşı kuşu böceği sevin! İnsan kendisini sevmezse; hiç kimseyi, hiç bir şeyi sevemez derler; oysa bazen, insanın kendisini fazlaca sevdiğindendir başkalarını sevemeyişi. Bazen de gayet bilinçli bir vazgeçmedir bu, taşınan yükler ağır gelmeye başlayınca, omuzdan atılan bir yük parçasıdır sevgi.
Kendimizle ne derdimiz varsa var, biz sevmekten vazgeçeriz işte zamanla. Sonra iyice yaşlanınca da, öyle ya, yaptığımız hesapların anlamsızlığına, hayatın kısalığına şaşırır, sevmenin aslında ne kadar da kolay olduğunu hatırlarız. Bu duyguyu, bu erdemi, bazı yaşlıların gencecik bakışlarında, gülüşlerinde, sükunetlerinde buluruz. Bize, bizi her halimizle kabul edeceklerini, anlayacaklarını hissettiren kokularında buluruz.
Ne var ki, biz vazgeçeriz. Bu vazgeçiş, bizi kurutur, köreltir, içten içe yakar. Hatta bazen sevsek bile ifade etmeyiz, çok küçük, güzel bir söz söylemekten alıkoyarız kendimizi.
Biz, sevilmeye muhtaç ancak sevmekten vazgeçmiş duygu fakirleri, biz, kendinden bihaber duygu suçlularıyız.
Eminim herkesin kendince makul sebepleri vardır, bu bıkkınlıklarına temel olacak. Hatta bazıları bu sebeplerin varlığıından bile habersizdir, vazgeçişinden habersiz olmasından mütevellit.
Kendi halinin farkında olmayanları bir kenara bırakırsak; yine de, aksine, vazgeçtiğimiz değerleri geri kazanabilecek kadar iradeli olmak yakışır bize.
Dile kolay, kalbe zor...

Evla

10 Aralık 2012 Pazartesi

Yetersizlik

Kendimizi yetersiz hissetmeseydik, daha çok öğrenmek, daha çok şey elde etmek için çaba harcar mıydık sizce?
Nereden geliyor bu duygu bilmiyorum, çocukluğumuzdan mı, geçmiş nesillerden mi ? Bu halimiz her neyse, hem bizi "dahası" na götüren itici güç görevi görüyor, hem de aç bırakıyor bizi, doyurmuyor karnımızı.
Onca uğraşın ardından, yine de yetersiz bulduğumuz her olay ve nesne, bizi zamanın üzerinden sürüklüyor. Bilgimizi yetersiz bulup araştırıyoruz, çevremizi yetersiz bulup sosyalleşiyoruz, bedenimizi yetersiz bulup bir forma girmeye çalışıyoruz, kendimizi çirkin bulup güzelleşmeye çalışıyoruz. Nereye gittiğimizi sorgulamıyoruz bile.
Bazen, çok da sorgulamayalım diyoruz çünkü işler içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Kimse net bir cevap veremiyor insanı bazı davranışlara iten etkenlerin ne olduğuna dair ve biz bile, bazen, kendi davranışlarımızı anlamlandıracak nedenler bulamıyoruz. Hayatın tadını çıkartmaya bakalım diyoruz ama bir gün geliyor, çözülüyor buzlar, biz değişiyoruz ve yaptıklarımızı tekrar sorgulama ihtiyacı duyuyoruz.
Melankolik diyorlar, iç dünyasında yaşıyor diyorlar bazen bizim için. Kendimizi kapalı bir odaya kapatıyoruz, düşünüyoruz veya düşüyoruz, yalnızlaşıyoruz. Bir değişiklik arıyoruz çıkış yolu için, başka yerden bakabilmeye çalışıyoruz, bazen oluyor, bazen olmuyor.
Bu halleri hepimiz yaşıyoruz, zamanlamalar tutmuyor, bu hallerin uzunlukları tutmuyor belki ama, hepimiz düşe kalka yaşıyoruz. Demek ki, aslında bu yalnızlığın içinde büyük bir kalabalık var, biz çok yalnız olduğumuzu düşündüğümüz anlarda bile, ortak bir paydada yaşıyoruz birileriyle.
Yetersizlik duygumuz da ortak bir duygu, hepimiz az çok hissediyoruz bunu. Bakmayın öyle mükemmel olduğu izlenimi veren insanlara, onlar da bizimle aynı yerde, sadece farklı zamanlarda yaşıyorlar bu hissi. Hatta belki de, o kadar çok yetersiz hissediyorlar ki kendilerini, bu çelişkiden kurtulabilmek için, kendilerini ikna edebilmek için, yeterli olduklarını gösterme çabası içinde kıvranıyorlar.
Sonuçta, karşınıza geçip, sizden daha yeterli, daha üstün olduğunu söyleyen insanlara kanmamayı öğreniyorsunuz. Fiziksel veya ekonomik anlamda sizden daha güçlü olabilirler, ancak onlar da sizinle aynı dünyada yaşıyorlar ve o toz konduramadıkları hayat hikayelerini ancak gözleri açılmamış bireylere yutturabilirler.
İnsana bu gözle baktığınızda, onlara sizin birer parçanızmış, siz de bi bütünün parçasıymışsınız gibi baktığınızda, ne kendinize ne de başkasına kızamaz hale geliyorsunuz. Bunu fazla iyimser bir yaklaşım olarak gören kişiler, bu seçimin gerçekçi bir yaklaşımla, bilinçli bir şekilde yapıldığına bakarak avunabilirler.
Dolayısyla; sessiz, kendi halinde gördüğümüz insanların, aslında yetersiz oldukları için bu kadar çekimser olduklarını düşünüyorsak; insanoğlunun tamamında yetersiz olduğuna dair bir kanının olduğunu hatırlamamız gerekir. O yetersizlik hissidir bizi daha iyiye süren.
Kendi kendisine, herhangi bir alanda tamamen yeterli olduğunu söyleyen bir birey, bir süre sonra olur da kendine inanırsa eğer, bulunduğu yerden memnun şekilde, bir taht uykusuna dalacaktır. Orada, kendini sabitlediği yerde, kendi yeterliliğiyle geçinedursun, her geçen gün onu bir adım geriye sürükleyecektir. Bu insan, bir süre sonra gözünü açar ve kendini oturttuğu, veya birilerinin ona layık gördüğü tahtın, artık yeterliliğin çok uzağında olduğunu görmelidir. Görmelidir, çünkü görmezse eğer, hiç olmadığı kadar yetersiz olacaktır ileride.
Bu durum "ben oldum" diyen insanların hazin sonudur. Yetersizliğin itici gücünden yoksun kalıp, çok talı bir duygu seline kapılırlar ve zamanla boğulur, yitip giderler.
Bu yetersizlik hissinin, içten oluşuna da önem vermeliyiz. Bize sürekli yetersiz olduğumuzu söyeyen bireylerin yaratacağı itici gücün kaynağı kıttır, o kaynak tükendiğinde hızımız birdenbire kesilir ve biz o koşuşturmacayla geçirdiğimiz anlara yanarız. ailesi tarafından sürekli başarısız, beceriksiz olarak değerlendirilen birey, yetersizlik duygusuyla başa çıkamayacak kadar duygusal kargaşa yaşayacaktır. Öyleyse, iletişim içinde bulunduğumuz insanlarda yetersizlik duygusu yaratacak gücün, bizde değil, karşımızdaki insanda olduğunun ayırdına varabilmeliyiz.
Kısacası, bence yetersizlik duygusu, ama az ama çok, her bireyde vardır; biz de toplumun bu ortak duygusunu bilerek yaşamalıyız.

Evla

7 Aralık 2012 Cuma

Nostradamus

Vikipedia'da tanımlı mesleği "Fransız hekim, eczacı, kâhin ve astrolog" . Benim saçma sapan birbirinden bağımsız eğitim hayatımı bir potada eritecek olmamı bilmiş de kıskanmış gibi; bu adam da bildiği alakasız herşeyi birleştirmiş ve sonunda KÂHİN olmuş. Tek bir alanda çalışmayı hiç bir zaman mantıklı bulmamıştım zaten :)
Fransa'da, 9 çocuklu bir ailenin bir çocuk üyesiymiş. Babası aslen Yahudi, ancak sonradan Hristiyan olmuş ve ailenin soyadı "Nostredame" olarak değişmiş. Bunların dışında, Nostradamus'un çocukluğuyla ilgili pek birşey bulamadım.
1529 da hekim olmak için, şimdinin tıp fakültesine denk gelen bir fakülteye kaydolmuş. O zamanın tıp eğitimi 10 sene kadar sürüyormuş, bizim adamımız o kadar beklemeye gerek duymadan doktorluk yapmaya başlamış. Bu deneyimleri sayesinde elde ettiği bilgiyle, veba için hazırladığı ilaçlarıyla ün yapmış.
Bir dönem İtalya'ya gitmiş, bir simyacıyla tanışmış, ondan da ilaçları öğrenmiş.
Bir de nasıl öğrendiği aydınlatılamamış bir astroloji geçmişi var.
Yine vikipedia'da "Ökültüzm'in kapsadığı alanlar arasında; maji, simya, astroloji, nümeroloji, sembolizm, teürji, psişürji , kahinlik veya falcılık türleri bulunur." diyor. Nostradamus'u da bu alanda çalışmış biri olarak tanımlamışlar. Adamda yok yok!
Bu adam, bütün bu bilgiler ve hekimliği süresince edindiği saygınlık ışığında, ülkenin ileri gelenlerinin yıldız haritalarını çıkarmaya başlamış. Bu haritalara bakarak yeni doğmuş bebeklerin bile gelecekleriyle alakalı bazı öngörülerde bulunuyor, parayı da kırıyormuş.
Artık ülke çapında tanınır olmuş. Hatta bir kehanetinde, kralla ilgili bir uyarıda bulununca sarayın da ilgisini çekmiş, 1560'da saray hekimi olmuş, sonra da kral IX. Charles’ın danışmanı ve hekimi olmuş.
Bu arada kitaplar da yazıyor tabi ki. 1550 yılında ilk yıllığını yayımlıyor. Bu ilk yıllık daha çok bitkisel tedavi yöntemlerini içeriyormuş. Kitap tutunca, ölene kadar her yıl bir "yıllık" yazmış, bu kitaplarda bazı kehanetler varmış. Sadece kehanetlerini toplamak için "Kehanetler" adı altında bir kitap derlemiş ama, yıllıklarında, bu kitapta yazdığından daha çok kehanet olduğunu söylüyorlar.
Kitaplarında adını "Nostredame" olarak değil de "Nostradamus" olarak değiştiriyor. Nostradamus'un kelime köklerinde tedaviyle ilgili bir anlam olduğunu düşünüyorlar.
Zamanla kehanetlerinin gerçekliğinden şüphelenenler olmuş elbette. Sonrasında, hekim olmak için başvurduğu üniversiteden, aslında atıldığı ortaya çıkmış. Üniversitesinin kütüphanesinde bulunan bu uzaklaştırma kağıdında, Nostradamus'un şarlatan olduğu, doktorlora iftira attığı gibi şeyler yazıyormuş.
İlginç bir durum var, adam 1568 veya 1566'da vefat etmiş (farklı kaynaklar farklı tarihler vermiş), klise taaa 1581 yılında bu adamı kehanetleri sebebiyle afaroz etmiş. (Cennetin anahtarını adamın mezarından geri çıkarttılar herhalde!)
Canımın içi, bu adamın toplam 6338 adet kehanet yazmış. Bunların hepsi de dörtlüklerden oluşuyor. Yazdığı yıllıklarda 100 adet dörtlük bulunuyor. O küsürat, "kehanetler" kitabından geliyor sanırım. O kitapta derleme yapmak isteyince sayılar karışmış olabilir :)
Çok sonra araştırmacılar, bu kehanetlerin bir kısmının, kendisinden daha eski meşhur bir kâhin'in kehanetleriyle aynı olduğunu tespit etmişler. Yıldız haritalarının da yanlış hesaplamalarla yapıldığını, gezegenlerin yanlış konumlandırıldığını, bu yüzden yaptığı yorumların tutmadığını fark etmişler.
Bütün kehanetlerinde semboller kullandığı için, bu kehanetleri yorumlamak için Fransız şifre çözücüler çeşitli çalışmalar yapmışlar. Bu kehanetlerle ilgili milyonlarca site var, çoğu da bu yazılanlara inanıyor. Zaten, adamın kehanetlerinin kesinlikle yorumlanması gerekiyor, okundukları halleriyle bir anlam ifade etmiyorlar.
Bir çok sitede Nostradamus'un Türkiye'yle ilgili söylediği kehanetler üzerine de yorumlar yapılmış. Kıyamet gününün yaklaştığıyla ilgili de yorumlar yapmışlar.
Herkes dilediğine inanabilir elbette, ben de bir gün dünyanın süper, hiper, mega zeki insanı olacağıma inanabilirim misal! :)
Evla

5 Aralık 2012 Çarşamba

İsveç - Vol2

İsveç'e devam...
Coğrafi yapısı:
Ülkenin 96000 gölü var! En büyük gölü 5545 m'2 ile Vanern Gölü. İskandinav Alplerinin bir kısmı, bu ülkenin kuzey sınırları içinde. Ülkenin %55'i orman!
Hemen dibinde Baltık denizi var.
Danimarka, Almanya, Polonya, Rusya, Litvanya, Letonya, ve Estonya ile deniz sınırı var.
Ülke 3 ana bölümden oluşuyor: kuzeydeki Norrland, ortadaki Svealand ve güneydeki Götaland. bu alanlar halkın kültürü gözönüne alınarak yapılan bir ayrım, bizde de olduğu gibi. Ayrıca daha ayrıntılı bir bölgelendirmeleri var, o şekilde de 25 bölgeye ayrılıyor. Hmm: bizdeki doğu, batı, orta anadolu ayrımının yanısıra karadeniz, akdeniz vs bölgeleri gibi...
Ülkenin kuzeyi ve güneyi arasında sıcaklıklar oldukça değişken: kışın kuzeyde -50 C dereceye indiği görülmüş, güneyde kışın ortalama sıcaklık + 7 C. Güneyde en yüksek sıcaklık 25 C. Sibirya ile aynı enlemde olmasına karşın daha ılıman bir iklimi var, bunun sebebi "Gulf Stream Okyanus Akıntısı". Bu akıntı Meksika körfezinden başlayarak İngiltereye kadar uzanan bir sıcak su akıntısı. Gulf Stream'in, kuzey avrupa ülkelerini yaşanabilir kıldığını söylüyorlar.
Ülkenin kuzeyinde, kuzey kutbu sınırlarına dahil olan yerde var ya, kışın hiç güneş açmıyor, yazın da hiç güneş batmıyormuş. Gördüğün gibi rengarenk bir ülke bu canımıniçi.
Ayrıntılar:
Ülkenin yönetsel yapısına geçmeden önce bir kaç ayrıntıdan bahsedeceğim.
  • http://www.isvec.org/index.php adresinde Gökçe adlı bir kızın İsveç maceralarına ulaşabiliiz. 2002 yılından itibaren yazmaya başlamış, forum bölümünde de bu yılla ilgili konular açılmış aktif bir site.
  • 4 şubat, meşhur "Anonymous" hacker grubu, İsveç hükümetinin resmi sitesini çökertmiş. Anonymous konusu sağlam bir araştırma konusu olabilir canım benim.
  • İsveç'te bizim de başlattığımız girişimin ilk adımları geçtiğimiz yıllarda atılmış. İlkokul öğrencilerine ipad dağıtıyorlarmış. Biz de de bir Ali'dir tutturmuşlardı, Ali aşağı Ali yukarı!
  • http://www.webcamzone.net/ulkecam.asp?uid=18 sitesindeki şehir isimlerinden herhangi birine tıkladığında, şehrin online kamera görüntüsüne ulaşıyorsun.
  • Meşhur bir İsveç şurubu varmış, her derde deva olduğunu iddia ediyorlar ancak özellikle romatizmal ağrılara iyi geliyormuş. İçinde pek çok bitkinin özütü bulunuyor, bitkilerin listesi http://www.isvecsurubu.com/isvec-surubu-icindekiler.htm adresinde var. Buradan ürünle ilgili başka bilgilere de ulaşabilirsin.
  • Meşhur bir İsveç diyeti var bir de: Avrupa'yı kasıp kavurduğu iddia edilen bu diyete http://www.diyet.in/isvec_diyeti.html adresinden ulaşabilirsin. Az yemeye dayalı bir mantığı var, şaşırdın mı? :)
  • Geçen yılın buz hokeyi şampiyonu İsveç olmuş. Yarışmalar Kazakistan'da yapılmış.
  • Bu yıl Şubat ayında, Stockholm'de türk filmleri günü düzenlenmiş. "11'e 10 Kala", "Bir Avuç Deniz" ve "Bir Zamanlar Anadolu'da" adlı 3 Türk filmi göstermişler. Fransa'nın Stochholm Büyükelçisi, Nuri Bilge Ceylan'ın filmlerini çok beğendiğini söylemiş.
  • İsveç'li bir bilim adamı, bir araştırması sırasında ülkesinin Akdeniz'de köle ticareti yaptığını öğrenmiş. Düşünce özgürlüğü böyle bir şey canımın içi, adamın sözleri Türkiye'de bile haber olmuş "Belgelerin ne anlama geldiğini gördüğümde şok oldum. İsveç'in Afrika ile Amerika arasındaki köle ticaretinde rol oynadığını biliyorduk ama Akdeniz'de yaptıkları hiç bilinmiyordu" demiş . İddiasına gerekçe olarak Östlund, "Avrupa ülkeleri ile Osmanlılar arasındaki savaşta İsveç tarafsız bir tutum takındı. Tunus, Cezayir ve İsveç gemilerine dokunulmaması için anlaşmalar yapıldı. Bu durum İsveç gemilerine bir nevi dokunulmazlık kazandırdı" ifadelerini kullandı. Östlund, İsveç gemilerinin tarafsızlığı bir koz olarak kullanarak çatışma bölgelerinden rahatça geçebildiklerini, İsveç bayrağı taşıyan gemilerin batırılma ve yağmalanma riskinin daha az olduğunu söyledi.
Böyle bir açıklamanın ülkemnizde yapıldığını hayal edebilir misin? tutabilir misin özgürlüğü ellerinle?!
  • Norveç, İsveç ve Danimarka'da eğitim ücretsiz canımın içi. Ancak Danimarka ve İsveç'de, talep çok olunca, Avrupa birliği dışındaki başvuruları paralı almaya başlamışlar. Norveç'de şimdi aynı uygulamaya geçmeyi düşünüyormuş.
Ülke Yönetimi:
Ülkenin yönetim sistemi: Parlementer Monarşi, başka bir adla Meşrutiyet'tir. İngilizce'de Sınırlı monarşi (Limited Monarchy), anayasal monarşi (Constitutional monarchy) gibi terimler de kullanmışlar.
Monarşi: ülkede Kral, prens, şah, padişah vs nin varlığını gösteriyor. Saltanat da diyebiliriz. Bu hükümdarlar bütün ülkeyi yönetecek kararlar alabiliyorlar.
Parlamenter monarşi (Meşrutiyet) ise, hem bir parlamentonun bulunduğu hem de monarşi'nin kralı, prensi'nin bulunduğu bir sistem. Hollanda, Danimarka, İngiltere, İsveç, Belçika (Belgium), İsviçre, Japonya, Butan (Bhutan, bir himalaya ülkesi), Arabistan (Bahrain), Kamboçya (Cambodia), Ürdün (Jordan), Kuveyt (Kuwait), Lihtenştayn (Liechtenstein: Avrupa alplerinde bir ülke), Lesoto (Lesotho: Afrika'da bir ülke), Lüksemburg (Luxembourg;: Belçikaya sınırı olan bir ülke), Malezya (Malaysia), Monako (Monaco), Fas (Morocco), the Hollanda (Netherlands ), Swazilan (Swaziland: Afrika'da bir ülke), Tayland (Thailand). Parlamenter Monarşi ile yönetiliyor. Monarşi'den parlamenter monarşi'ye geçişi ilk kez İngiltere yapmış. İngiliz soyluları, Kral Yurtsuz John'a 1215 yılında Magna Carta adlı fermanı kabul ettirerek, parlamento yönetimini kurmuşlar.
Magna Carta şartları:
1. Kral halkın onayını almadan vergi toplayamayacaktı.
2. Kanuni dayanağı olmadan kimse tutuklanamayacak, hapis ve sürgün edilemeyecekti.
3. Ülkeye giriş ve çıkış serbest olacak, tam ticaret serbestliği tanınacaktı.
Böylece bir adım atılmış ancak kralı yine de kontrol altına alamamışlar. Kral I.Charles, parlamentoya danılmadan İspanya ve Fransa'ya savaç açmış. Parlamento da 1628 yılında misilleme yaparak kralın yetkilerini tekrar kısıtlamak adına Haklar Bildirisi (Petition of Rights) diye bir belge yayınladı. Kral bu belgeye kızıp parlamentoyu dağıtıvermiş tabi :)
Haklar Bildirisi şartları:
1. Parlamento seçimleri serbestçe yapılabilecektir.
2.Parlamento üyeleri tam bir ifade özgürlüğüne sahip olacaktır.
3.Parlamentonun kabul ettiği kanunlar kral dahil herkesi bağlayacaktır.
4. Parlamentonun izni alınmadan asker ve vergi toplanamayacaktır.
Kral, sonra 1640 yılında vergi konusu yüzünden tekrar parlamentoyu toplamak zorunda kalmış, ve İngiltere'de 1689'da resmen parlamenter monarşi'ye geçilmiş.
Bu arada değinmeden geçemeyeceğim, Osmanlı'da da 23 Aralık 1876'da Monarşi (Saltanat) 'den Parlamenter Monarşi (Meşrutiyet) 'ye geçilmişti. İngiltere'den tam 187 yıl sonra! Ancak bizde de padişah ağırlığını koymuş, 1878'de, II. Abdülhamit Meclisi kapatıvermiş. Sonra 1908 döneminde ikinci meşrutiyet dönemi dediğimiz dönem başlamış, o meşrutiyet de Atatürk'ün Osmanlı Devleti'ni silmesine kadar sürmüş. (Burada yönetim sistemlerini eleştirmiyorum, haddime değil. Sadece meşrutiyet denildiğinde kafamda canlanan gerici düşüncelerle, parlamenter monarşi deyiminin yarattığı ulaşılmaz demokrasi izlenimleri arasında çelişiyorum, hepsi bu.)
Gelelim İsveç'e;
1527 yılında hükümdar olan meşhur Gustav Vasa döneminde ilk kez halk sınıfları (ruhban sınıfı, soylular sınıfı, şehirliler ve köylüler) arasındaki temsilciler, kraliyet ailesinin yanına kabul edilmiş.
1680 yılında krala danışmanlık yapan ancak yetkisi olmayan bir "danışma meclisi" varmış.
1719 yılında, büyük kuzey savaşları sonrası ülkede parlamenter monarşiye geçilmiş.
1809 yılında da ilk kez İsveç Anayasası oluşturulmuş. Anayasal parlamentoya geçilmiş yani. Anayasal parlamento için ayrıca bir tanım yapılmamış, kanımca artık anayasası olmayan devlet kalmadığı için bu terimi değil de parlamenter monarşi'yi kullanıyorlar.
İlk kez 1506 da kullanılan bir terim var: Riksdag. kelime analmını bilmiiyorum ama meclislerine Riksdag Meclisi diyorlar. 1866 yılında bu meclis iki bölüme ayrılmış, buna iki meclisli (bikameral) parlemanto diyorlar. Meclislerden biri yerel hükümetler tarafından, diğeri de halk tarafından seçiliyor. Ne olmuşsa 1971 de tekrar tek meslisli sistemem dönmüşler.
Günümüzde İsveç Meclisi (Riksdag), 349 üyeden oluşuyor. Bizde ise 1995'ten beri 550 üye bulunyor. (Bu kadar var mıydı yav?)
Meclis başkanı seçimi ve bakan atamaları İsveç Meclisi tarafından yapılıyor. Meclisin işleyişi ve kralın yetkileriyle ilgil pek bir kaynak bulamadım.
Bugün de bu kadar, kalanı vol 3'te...
Evla

2 Aralık 2012 Pazar

The Man Who Sold The World

"Dünyayı Satan Adam" olarak çevirebileceğimiz bu şarkıyı, biraz önce Fringe dizisinin 5. sezon 7.bölümünde dinledim canımın içi. Dizide David Bowie söylüyordu, ancak ben bu şarkıyı sadece lisede hastası olduğum Nirvana'dan dinlemiştim. Şimdi baktım ki, Jordis Unga, Lulu, Velvet Goldmine, Suede gibi şarkıcılar / gruplar da yorumlamışlar bu şarkıyı. Ne var ki, şarkı aslında David Bowie'ye aitmiş.

Sözleri: (Aşağıdaki çeviri bana aittir, doğruluğuyla ilgili herhangi bir iddiam yoktur)

We passed upon the stair (Yıldızların üzerinden geçtik)
We spoke of was and when (ne ve ne zaman olduğunu konuştuk)
Although I wasn't there, (Orada olmadığım halde)
He said I was his friend (onun arkadaşı olduğumu söyledi)
Which came as a surprise, (Ki bu bana bir süpriz gibi geldi)
I spoke into his eyes (Gözlerine bakarak konuştum)
I thought you died alone, (Yalnız başına öldüğünü düşünüyordum)
A long long time ago (çok uzun zaman önce)
Oh no, not me (Yok hayır, ben değilim)
We never lost control (Ben asla kontrolü kaybetmedim)
You're face to face with
The man who sold the world (Sen Dünyayı Satan Adam'la yüzyüzesin)

I laughed and shook his hand, (Güldüm ve elini sıktım)
And made my way back home (Ve eve doğru yol aldım)
I searched for form and land, (Bir form ve mekan aradım)
for years and years I roamed (Yıllar yboyunca amaçsızca dolandım)
I gazed a gazeless stare, (Görmeden dik dik bakındım)
At all the millions here (buradaki milyonlara)
We must have died alone, (Yalnız başımıza ölmeliydik)
a long long time ago (çok uzun zaman önce)
Who knows? Not me (Kim bilir? ben değilim)
I never lost control (Ben hiç kontrolü kaybetmedim)
You're face to face with the Man who Sold the World (Sen Dünyayı Satan Adam'la yüzyüzesin)
........................
Şarkıyı yorumlamak biraz zor olacak çünkü sözlerle ilgili birbirinden çok farklı yorumlar yapılmış.
Canımın içi, şarkıda iki kişi arasında bir konuşma geçtiğini veya en azından iki kişinin etkileşim içinde olduğunu söyleyebiliriz. Buradaki kişilerin kimlikleri için, internette çok farkı seçenekler bulmak mümkün. Mesela, Bowie ile Tanrı, Bowie ile Şeytan, İsa ile Tanrı, Şeytan ile Tanrı, Bowie ve kendi bilinçaltı gibi.
Dolayısıyla buradaki belirsiz kimlikler üzerine gitmektense, anlatılan olayı değerlendirmek daha doğru olacak.
"Yıldızların üzerinden geçtik, ne ve ne zaman olduğunu konuştuk. Orada olmadığım halde, bana arkadaşı olduğumu söyledi. bu bana bir süpriz gibi geldi, gözlerine bakarak şunu söyledim "çok uzun zaman önce öldüğünü düşünüyordum". Cevap verdi: "Hayır ben değildim ölen, ben hiç bir zaman kontrolü kaybetmedim. Sen dünyayı satan adamla yüzyüzesin". güldüm, elini sıktım ve eve doğru yola düştüm. Tanıdık bir yerler aradım, yıllar boyunca amaçsızca dolandım, , bir kalıp ve bir mekan aradım, milyonlara dik dik baktım ama onları görmedim. Çok uzun zaman önce yalnız başımıza ölmeliydik. Kim biliyor? ben bilmiyorum. Ben hiç kontorlü kaybetmedim. Sen dünyayı satan adamla yüzyüzesin."
Canımın içi, burada, iki kişi olduğunu varsayıyorum. A kişisi ile B kişisi karşılaşıyor, B, A'yı tanıdığını iddia ediyor, ama , B bunu reddediyor. B kendi yoluna gidiyor ama, yolda düşünceleri değişiyor, aslında kendisinin bakan kör olduğunu, amaçsızca dolaştığını düşünüyor. Daha sonra bir zamanlar A'ya söylediği "uzun zaman önce bir başına ölmüş olmalıydın" lafını dönüp kendisine ve diğerlerine söylüyor " uzun zaman önce bir başımıza ölmüş olmalıydık" diye.
Sanırım, B sonradan algılıyor bazı şeyleri, A ile yaptığı konuşmayı yıldızların üzerinde gezmeye benzetmiş, hatta kendisini de onun yerine koymuş herhalde bir süre sonra.
Bu arada, B'nin A'ya ölmüş olmalıydın demesinin ardından, A da ilginç bir cevap vermiş, "ben değil, hayır ölmedim, dünyayı sattım ben, işte karşındayım". A, ölmemiş, daha güçlenmiş halde B'nin karşısına çıkmış.
Aslında, konu gerçekten de şeytan ve Bowie arasında geçiyor olabilir, zira konuşmalar bir mantık dizesine oturuyor. Şöyle ki, anlatılanlara göre, Şeytan Allah'ın yanında atılıyor, kendisinin ölmüş olması gerekiyor, ancak kendisi dünyaya geliyor ve aslında ölmemiş. Ayrıca insanlar, bütün kötülüklerden şeytanı sorumlu tutuyor, dünyayı satmak da kötü bir davranış olsa gerek , dolayısıyla bu davranışın Lusifer'e atfedilmesi uygun görünüyor. Lucifer'le tanışan Bowie onun varlığına inanmıyor, onunla ilişkisi olmadığını düşünüyor ancak bir süre sonra başka bir bakış açıısna sahip oluyor, belki kendisini onun gibi hissediyor.
Şarkı sözleriyle uyum içinde bir yorum oldu bence bu.
Başka bir yorum da, Bowie'nin kendi iç dünyasıyla olan çatışmasının bir sonucu olarak bu şarkının yazıldığı. Bu durumda da Bowie, kendi çelişkileriyle yüzleşip, yaptığı hataları anlayıp, çoktan ölmüş olması gerektiğine inanıyor. Hayatının anlamsız bir şekilde geçtiğini, kendisinin "satmışım bu dünyayı" yaklaşımının bir sonuç vermediğini düşünmüş de olabilir :)
Yine de, internette Bowie'nin satanist olduğu veya illuminati le bağlantılı olduğuyla ilgili videolar, resimler ve yazılara ulaşmak oldukça kolay. Gerçek her ne ise, insanlar konunun şeytanla alakalı olduğuna inanmışlar bile.
Bugün izlediğim Fringe dizisinde de bu müziği dinleyen karakter (Dr.Bishop), kötü adam olmaktan, kendisinden korkuyordu. İnsanoğlunun, yaptığı kötülükleri harici bir varlıkğa yüklemesi bana göre akılcı değil, dolayısıyla bence de insan kendisinden korkmalıdır. Şarkı ne amaçla yazılmış bilemem ama, dizide geçtiği noktayı çok beğendim.
Bir ara şeytan-melek ve insanla ilgili de birşeyler yazsam güzel olacak, ama bu konu bu kadar canımın içi.

Evla

1 Aralık 2012 Cumartesi

Hayata Karışmak

Bir ses var havada,
Anlayamadığım bir koku
Bir ışık var, ağaçların tepelerine vuruyor.
Gözlerimi kapatıyorum, dinliyorum
Gözlerimi açıyorum izliyorum,
Kokluyorum, soluyorum.
Gelip beni sarıyor,
Nedir, nedendir bilmiyorum, bana ulaşıyor,
Ben de ona.
Ardında ince bir sızı var,
Beni tanıyor, ben de onu.
Yadırgamıyorum,
Huzurlu bir sızı bu, anlamlı
Benim sızımla karışıyor,
İnceliyor, duruluyor,
Bir umut oluyor o bana, beni hayata bağlıyor.
Hafifliyorum,
Kendimi bırakıyorum,
Düşünüyorum veya düşünmüyorum,
Ve belki düşüyorum
Bilmiyorum.
Kendimi herkesle bir hissediyorum,
ben olarak,
Hatalı haklı akıllı aptal güzel çirkin bir ben
Bir ağaç, nehir, toprak gibi bir ben
Çok yalnız ve çok kalabalık,
Herkes gibi.
Evla M.