6 Mayıs 2014 Salı

Habermas (1929 - )

3 temel kavramından bahsedeceğiz Habermas'ın: Kamusal alanın dönüşümü, iletişimsel  eylem kuramı ve uzlaşmacı demokrasi.
Öncelikle, Habermas, tıpkı bir önceki yazıda bahsettiğimiz Marcuse gibi, bireyin özgürleşmesini engelleyen ve bu engelleri aşmamızı sağlayacak olguları inceler. Ona göre modern toplumda bireyler özgür değildir. Bu özgürlüğü ise iletişim eylem kuramı ile sağlayabiliriz.

İletişim eylem kuramı, Marx'ın işçi devrimi'ne alternatif bir bakış açısıdır, devrim yerine, insanların birbirleriyle iletişim kurabildiği bir kamusal alanda (kafe, meydan vs), birbirleriyle iletişim halinde, eleştirel ve düşünür bir halde, geleceği planladıkları bir durumu düşünür. Habermas'a göre, insan bu şekilde özgürleşir. 

Ancak kamusal alanların artık eskisi gibi bir tartışma ortamına izin vermediği eleştirisini de beraberinde öne sürer. Medya ve siyasetin arasındaki yakın ilişkiden kaynaklı olduğunu düşünür bu durumun. Şöyle ki, medya (televizyon radyo vd), siyasi güçlerin yönlendirmesiyle hareket eder ve topluma egemen olan görüşü insanlarla paylaşırlar. Böylece insanlar eleştiriden yoksun, pasif izleyiciler haline gelirler onun kuramına göre. Sokakta iletişim kurarak yapılan planlar, birey ve medya araçları arasına hapsolur bir başka anlamda.

Uzlaşmacı demokrasi (Consensus Democracy) anlayışında da, bu pasif izleyici durumunu aşabilmek için, olabildiğince farklı görüşü kapsayan bir karar alma sürecinden bahseder. Böylece azınlık görüşleri de karar alma sürecine dahil olabilecektir. Ayrıca karar alma sürecine,halkın da dahil olması gerektiğini önerir ve iletişim teknolojilerindeki gelişimin, bu imkanı sağlayabilecek özellikte olduğunu öne sürer.

Bu aşamada, yönetimle ilgili yazdığım yazıya atıfta bulunmak istiyorum.

Habermas'ın da farklı alanlarda çalışmaları bulunmaktadır, ancak biz bu kadarına değinebildik.

Evla.

H.Marcuse (1898-1979)

Marcuse'un görüşlerini anlatmadan önce, endüstri devriminden kısaca bahsedeyim izin verirseniz. Günümüzdeki gibi hızla üretim yapan fabrikalar kurulmadan önce, hatta dönüm noktası olarak kabul edilen buhar makinesi bulunmadan önce, bir şey üretmek çok daha zordu. O dönemlerde, insanlar ihtiyaçları olan herşeyi pazarda bulamazları veya kendileri üretemezlerdi, dolayısıyla dayanışma çok daha önemliydi. Yaşadıkları yerde ayakkabı imal eden belki de tek bir atölye vardı, oraya gider, atölye sahibiyle sohbet eder, ihtiyacını anlatır ve bir ayakkabı satın alıp çıkardı  mesela. Sonradan buhar gücünün makinelerde kullanıldığında işleri hızlandırdığı anlaşıldı, ve böylece daha hızlı üretmeye dayalı bir süreç başladı. Daha çok üretip daha çok satan fabrikalar, yüklü miktarda para kazanmaya başladı. Bu döneme endisüri devrimi deniliyor, çünkü tarımsal faaliyetlerden para kazanan insanlar, artık sanayide çalışarak daha iyi para kazanabilir hale geldiler, işçi olarak çalışmak daha cazip hale geldi. Ancak o dönemin bazı olumsuz sonuçları oldu, işçilerin oldukça az paralarla, çok uzun zaman çalıştırıldığı ortaya çıktı. Ve bu insanlar fakir oldukları için, seslerini duyuramadıkları için haklarını arayamaz hale geldiler. bunun üzerine, toplumun düşünen kesmi (aydın kesim), bu düzene bir çözüm getirilmesi gerektiğine inandılar. bunların içinde en etkili olanı Karl Marx oldu, bugün bile marksizm, komünizm kelimelerinin arkasında duran isim. Ancak Marx 'ın önerisine de farklı düşünürler tarafından eleştiriler geldi zamanla. Amaç, insanların özgür olabildiği, sömürülmediği bir düzen nasıl yaratılabilir, bunu bulmaktı.

Ancak zamanla kapitalizm kendini gösterdi; üretim araçlarının bireylerin elinde olduğu, bireylerin özel mülkiyet sahibi olabildiği bir sistem bu. 

Şöyle düşünelim, devletler neden kurulur? toplumların birarada yaşayabileceği, güvenli bir ortam gerekir, bu güvenli ortamı sağlayacak, ülkenin kaynaklarını (toprak, su , bitki örtüsü vs) adaletli bir şekilde dağıtacak bir kuruma ihtiyaç duyulur. Devletin amacı eldekini eşit bir şekilde paylaştırmak, adaleti sağlamaktır basitçe. Kapitalizmde bu kaynaklara bireyler sahip olabilir, bu kaynakları işletip para kazanırlar. İşte tam da bununla iligli pek çok tartışma ortaya çıkmıştır, bu yapıyı destekleyenler ve bu yapıya itiraz edenler bulunmaktadır. Ancak biz Marcuse'un eleştirilerine değineceğiz sadece, o da bu yapıya itiraz edenler arasındadır.

Cinsellik ile ilgili görüşleri:
Marcuse, bireyin cinsel baskılarla birlikte yaşamaması gerektiğini savunur. Şöyle ki, eğer insanlar cinsel olarak tahrik edildikleri bir toplumda yaşarlarsa, bütün enerjilerini cinselliğe verecekleri için, yönetimle ilgili konuları sorgulayacak, politika yapacak hali kalmaz diyor.

Bizim toplumsal yapımızdaki cinsel baskının şiddetli olduğunu düşünüyorum. Evlenmeden cinsel birliktelik yaşamak tabu halinde, bu da şu anlama geliyor, eşinizle (sevdiğiniz insanla veya) cinsel birliktelik yaşayabilmek için, resmi bir izne ihtiyaç duyuyoruz. Hatta bazı günlerde / bazı durumlarda, eşimiz ile ilişkiye girip giremeyeceğimizi bile dini otoritelere (dini hocalara) danışabiliyoruz. Erkekten çok, bir kadının toplum içinde nasıl davranması gerektiği ile ilgili o kadar çok kuralımız var ki, o kuralın dışına çıkan kadınları töre cinayeti olarak öldürebiliyoruz. Kadının namuslu olması gerektiğini düşünürken, erkeğe ilginç bir özgürlük tanıyoruz ancak bu özgürlük, tecavüzü, aile içi cinsel ilişkiyi (ensest ilişki) önleyemiyor. Sevgi ve cinselliği birbirinde ayrı düşünüyoruz, sevdiği kadınla birlikte olamayan, onu bu şekilde aşağılamak istemeyen erkekler yarattı toplumsal bakış açımız. 
Öte yandan, daha farklı bir anlayış ise, cinselliği pazarlayan yeni bir akımla birlikte geliyor, müzik / sanat yapan kişilerin; bedenleri/cinsellikleri üzerinden, satış odaklı yaklaşımları da toplumumuzu başka türlü bir cinsel baskıya sürüklüyor. Evet, bence bu da bir baskıdır, bu da cinselliği farklı bir şekilde bize dayatan bir baskıdır bence.
Dolayısıyla, Marcuse'un (Markuz olarak okunuyor) bu görüşünü, bizim toplumumuzla yakından ilgili, artışmaya değer buluyorum. Kalan yorumlar size özeldir, bireyse anlamda cinsel bir baskı altında olup olmadığınızı, sevdiğiniz insanla cinsel birliktelik yaşayıp yaşayamadığınızda, yaşadığınızda ne gibi toplumsal baskılar hissettiğinizde gizlidir kalanı.


Tüketim ile ilgili görüşleri:

Marcuse, kapitalist sistemde ve endistürileşme sonrasında, işçilerin ağır koşullarda çalıştığını ve bu sistemin sonucunda da, işçilerin kendilerini, ürettikleri şeyin bir uzantısı olarak gördüğünü söylüyor. Bunmdan önce Marks, işçinin kendisine ve doğaya yabancılaşmasından bahsetmişti (bakınız bir önceki blog yazısı), Marcuse ise bu görüşü bir adım ileriye taşımış oluyor.
Satılan malların işçilerler özdeşleşmesi durumundan bahsedilir, hatta daha ötesinde, bireylerin ticari mallara fetiş (mantıklı sebepler taşımadan, taparcasına sevilen şey veya kişi) gözüyle bakmamız üzerinde durur. Sanırım bu duruma örnek olarak ayakkabı, çanta, kıyafet fetişzminden bahsedebiliriz. Burada, fetişist duygular beslenen tüketim malının, bizde bu duyguları uyandıracak mantıklı açıklamasını bulmak mümkün değildir. Tıpkı bir puta tapar gibi, ona şeye nesne oluşunun ötesinde ilgi gösterme durumundan bahsediliyor.

Ben bu yaklaşıma katılmıyorum, evet fetişizm olabilir ancak bunun kapitalist sistemden önce de var olduğu kesin, puta tapanlar, aslında maddi olarak hiç bir değer taşımayan taş-heykellere tapıyorlarmış. Şimdi taptığımız fetişler ise en azından belli işlevlere sahipler. Örneğin ayakkabının bir işlevi var. Ancak Marcuse 'a geri dönelim şimdi.

İşin öyle bi boyuta geldiğini söylüyor ki, tüketim alışkanlıklarını ötesinde, boş zamanlarda yaptığımız şeylerin bile, sermaye denetimi altında olduğunu iddia ediyor. Tatil günlerinde alışveriş merkezlerinin tıklım tıkış olması, bu duruma örnek olarak verilebilir sanırım.

Böyle bir toplum yapısında, bireylerin eleştirel gücünü yitirdiği, bireylerinin onurunun zedelendiği, daha varlıklı toplumlarda yaşayan bireylerin tamamen sermaye tarafından yönlendirildiğini (manipüle edildiğini) söylemektedir.

Sistemin aşılması ile ilgili görüşleri:

Marx sistemin işçi ayaklanmasıyla aşılacağını ön görmüştü, ancak bu hareketin sonucunda da yine faşist (otoriter, yaptırım gücü yüksek, yani bireyleri belirli kurallara uymaya zorlayan devletlerin olduğu bir düzen) bir düzenin kurulduğunu gören Marcuse ve diğer düşünürler, başka bir yöntem aramak gerektiğine karar verdiler.

Marcuse, bu dönüşümün işçi sınıfıyla değil, üniversite öğrencileri veya azınlıklar tarafından başlatılabileceğini öne sürer. Çünkü ona göre, özgürlüğünden en çok yoksun olan işçiler, karşıdevrim durumundadır, devrim yapamaz halde, sisteme dahil olmuşlardır. Sistemi dışarıdan bir gözle görebilecek bireyler ancak sistemi eleştirebilir ona göre.


Marcuse'dan anlayabildiğim bu kadardır, bunun dışında ütopya, sürrealizm gibi konularda da çok farklı görüşleri bulunuyor, ancak onları belki bir başka yazıda aktarabileceğim.
Eğer yazdıklarım içinde hatalı yerler varsa, beni bilgilendirirseniz çok sevinirim.
Bu yazıyı kendi siyasi görüşümü belirtmek için yazmadığımı da dile getirmeme izin verin, benim aklımdaki sistemle ilgili bir yazıyı yakın zamanda yazmıştım zaten. burada sadece, bu işe emek harcamış, mevcut düzeni anlama gayretinde ve insanların özgür olması gerektiğine inanan bir düşünürü anlatmak istedim. Ulaştığı sonuçlar mutlak doğru değildir, ancak bizlere farklı görüşler sunması açısından değerlidir diye düşündüm.
Sevgilerle...


Evla.

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Yabancılaşma

"Alienation (Entfremdung) is the systemic result of living in a socially stratified society, because being a mechanistic part of a social class alienates a person from his and her humanity." *

Diyor ki;
Yabancılaşma, sosyal sınıflardan oluşan bir toplumda yaşamanın sistematik bir sonucudur; çünkü sosyal sınıfın mekanik bir parçası olmak, kişiyi kendi insanlığına yabancılaştırır.**

Yabancılaşma Teorisi'nin açıklaması Karl Marks yorumuna dayanır. Yabancılaşma'yı din fesefesinde kullanan Ludwig Feuerbach'dan esinlenmiştir kendisi.

Burada bahsi geçen sosyal sınıflardan birisi, Marks'ın üzerine düştüğü İşçi sınıfıdır. İşçi sınıfındaki kişilerin aslında kendi kararlarını alabilecek durumda (otonom) olmalarına rağmen, başkalarının yönlendirmesiyle, başkalarının emri altında yaşamasından bahseder. Böylece bir sosyal sınıf oluşmuştur.

Aynı mantıkla, hocasının sözüyle hareket etmek durumunda olan ve iradesini kısmen de olsa yitiren öğrenci de, yabancılaşma yaşayacaktır o zaman?

Veya, bir partiye üye olup, sorgulamadan, bireysel fikrinin ötesinde gruba uyarak hareket eden birey de aynı şeyi yaşamayacak mıdır? Ki bu parti komünist, sosyalist, liberal, muhafazakar olabilir.

Bu durumda insan kendisine yabancılaşmaz mı? Sadece işçi sınıfı değil yabancılaşan, bireysel farklılıkları törpüleyen sisteme dahil olan her birey, kendisine yabancılaşır bence.

Evla.
* Cümle Wikipedia'dan alıntıdır. 
** Çeviri, hatalarıyla şahsıma aittir.