26 Temmuz 2013 Cuma

Kinyas ve Kayra

Hakan Günday adlı yazarın ikinci kitabı "Kinyas ve Kayra". Günday bıu kitabı 23 yaşındayken yazmaya başlamış.2003 senesinde basılmış... Aynı senede yayınlanmış olan "Piç" in ise filmi çekiliyor.

"Kinyas ve Kayra’da litrelerce kan akar, ama kimse kimseyi vurmasa da Piç bana göre en şiddetli romanım. En uzun süren intiharı anlatan bir roman. Bir şey çabuk olunca acısız olur. Ama uzun sürerse acılı olur. Bir insanın kendine vereceği en büyük ceza hayatı sevrneden yaşayarak intihar etmektir." demiş Günday. (Kaynak için tıklayınız.)

Biz iki arkadaşın kirli hikayesine dönersek, Kayra ve Kinyas adlı iki adamın hayatını anlatır kitap. Kitabın konusuyla ilgili yorum yapmayacağım, sadece kitapta geçen, kendimce anlamlı bulduğum ifadeleri ekleyeceğim buraya..


Özgürlük üzerine:

Bağımlılıktan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir maddeye, ne de bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, aşık oldum. İkisini de arkama bakmadan bırakıp gittim.” (syf:24)

İnsanın tek gerçek özgürlüğü yalnızlığıdır. Ve yalnızlığı küçük düşürense bağımlılıklarıdır. Aşklar, alkol, nikotin, ahlaki değerler, uyuşturucular... Hepsi de birer pranga olabilir her an, insanın ayağına. Zevk veren prangalar.” (syf: 512)
 
Eğer dokuz yaşında bir şeyi yapamıyorsan, sırf yaşlandığın için yapma hakkını nasıl bulabilirsin ki?” (syf: 198)
 
Ölüm ve Hayat üzerine:
“.. 'madem ölmedik, yaşayalım o zaman' dedik. 'Ölümsüzüm ben' dedim. Ölene kadar...” (syf:34-35)
Doğanın gereği faşistlik. Güçlünün zayıfı yenmesi faşizan ve doğal. Ölüyü gömmek de, dostluk, aşk gibi kavramları yalanlayan en büyük doğa geleneği. Ki bu gelenek, hayatta kalana unutmayı emrediyor. Unutmak için toprağa gömmeyi. Yoksa kokutuyor cesedi. Çürütüyor gözlerinin önünde artık nefes almayan dostunu, sevgilini.” (syf: 109)
Ne ölüm, ne de hayat!Hiçbiri kovalamıyor beni rüyalarımda. Hiçbirinin eli bana değmiyor. Çünkü ellerim ceplerimde hiç olmadıkları kadar. Varlığıma nedensizlikten delirdim ben. Hiçbir nedeni kendime yakıştıramadığımdan. Hepsini giydim, Hiçbiri olmadı. Hepsi dar geldi. İnansaydım herhangi birine, uğruna gerekirse dünyayı kan gölüne çevirirdim. Okyanuslar kırmızı olurdu. Pıhtılaşmış kanlardan siyah dağlar yükselirdi. Ama inanamadım. Bir türlü inanamadım... Bütün hayat bir ilüzyon. Benim gibi, Kayra gibi...” (syf:136)



Medya üzerine:

" ... çünkü anlamışlardı. En büyük duvarın, televizyon ekranı olduğunu. Ne geçebilirsin öbür tarafa, ne de duyabilirsin sesini. Dünyanın en yüksek ve sağlam duvarı, televizyon ekranı!” (syf: 270)

Aslında her televizyonun içinde bir kamera var. Her evde de bir kamera. Ve televizyonu seyredenin hayatı çok uzaklarda bir yerlerde seyrediliyor başka bir televizyonun ekranında. O seyredenlerin hayatları dabaşka bir yerde, başka bir televizyonda oynuyor. Hayatlar sıkıcı olunca bildiğimiz programlar, filmler reklamlar devreye giriyor. Ama televizyonlar kapanınca kameralar çekmeye başlıyor içlerine hayatları. O hayatları eskimolar seyrediyor! Eskimoların hayatını da İspanyollar. Her televizyonun içinde bir kamera var. Ve artık izlenmek istemiyorsa insanoğlu, artık müzedeki bir resim, akvaryumdaki bir balık gibi seyredilmek istemiyorsa, artık hücredeki bir mahkum, suikast tüfeklerinin dürbünlerindeki gibi takip edilmek istemiyorsa, kırmalıdır televizyonunu. Aşağı atmalıdır camından. Zemindekiler yukarı fırlatmalıdır televizyonlarını. Bite rböylece onun hayatını buna, bunun hayatını şuna seyrettirme dönemi. Hep bu casus uydular. Onların işi! Tepemizde dolanıp duran. Artı milyar paranoyak yaratan bu uyduların işi. Perdeleri açık oturmasın kimse. Asla!” (syf: 211)



Modern yaşam - kültür üzerine:

Sosyal devlet dedikleri, bana kalırsa Gestapo düzeninden başka bir şey olmayan sistemleri, sokakta biri düştüğünde ambulans gelene kadar, yerde yatanın kendileri olmadığı için şüktermeletinden ibarettir. Arap hiç bir sakınca görmeden hiç tanımadığı, kendinden geçmiş yerde yatan bir adamı sırtlayıp en yakın hastaneye koştururken, Avrupa insanı aynı adama, adını yeni öğrendiği bininci mikrobu kapmamak için, bir metreden fazla yaklaşmaz bile. Çünkü Avrupalının altına yapacak kadar korkamsı için o şeyin ismini bilmesi yeter. İsimsiz canavarlar ise sadece Arapları korkutur.” (syf: 26)

Hiçbir şey modernleşmenin önünde duramıyordu. İlkellik yakında hepimiz için güzel bir anı olacak.Çok özleyeceğiz onu. Basitlikten tekrar doğacaktık oysa ve o kapıyı da kapatıyoruz. Üstüne de bütün insanlık oturuyor. Elmaz tüccarları, köle tacirleri, uyuşturucu pazarlayanlar hep olacak. Ama modern hayatın gerektirdiği şekilde.” (syf: 54)
Üçüncü dünya ülkelerinde insanlar arabalarını, kamyonlarını boyarlar, üzerine resim çizip, yazılar yazarlar. Çünkü üçüncü dünya ülkesi insanı bindiği makineyi icat etmemiştir. İcat etmediği için de yakın hissetmez kendini. Sahibi gibi görünmesi, karakter kazanıp kişileştirilmesi gerekir arabanın. Kullandığı her ithal makineye isim takıp sadece kendine has şekil ve yazılarla damgalanması, üçüncü dünyanın asla yok olmayacağını gösterir. Birileri, sahip olduğu aleti boyamaktan vazgeçene kadar yok olmaz!... Kadın suratını boyar. Çünkü suratı kendisine değil, güzelliğini takdir edecek olan erkeğe aittir. Kimse kendi yarattığı boku boyamaz!...” (syf: 218)
 
 
Hayaller üzerine:
Benim ilacım böyle küçük odalardır. Böylesine atılan voltalardır. Beş adımda aşılan denizler, beş adımda tırmanılan dağlardır. Perdenin havalanışı, okyanustaki kasırgadır. Kapının beyazı, Alaska’nın karıdır. Sarı duvarlar Sahra Çölü’dür.” (syf: 51)
Bütün bunları planlayanları bir bulsam! Bir bulsam bu hayatların müsveddelerindeki el yazısının sahibini!.. Birileri pişman olmalı beni hayal ettiğine.” (syf: 68)
bütün yaşadıkalrımızı hayal edebilseydik, gerçekten yapmamıza gerek kalmazdı.” (syf: 404)
 
Anlamak üzerine:
'Seni anlıyorum' demek büyük bir yalandır. Kocaman bir yalan. Kimse kimseyi anlayamaz ve tanıyamaz dünyada... Var olan en sağlam zırh insan vücududur. İçindekileri en iyi saklayan kasa odur. Koridorlarında birikenlerin kokusunu bile yaymaz dışarıya. Deliliğin kokusunu, anormalliğin kokusunu duyamazsın yanında gazete okuyan adamın, otobüs durağında. Sadece gördüklerin vardır. Beş duyunun algıladığı kadar anlarsın aileni, sevgilini, çocuğunu. Dolayısıyla herhangi bir şeyi, birini anladığında, ama gerçekten anladığına emin olmak, sarıldığında arkasında ellerini kavuşturabilecek kadar o şeyi yada kimseyi anlamak olaganüstü bir durumdur.” (syf: 179)
Dinlemek ve inanmak en zorudur. Anlatmak ve uydurmaktan daha zor. Olağanüstü bir saflık ister. Kulak ile beyin arasında tertemiz bir yol ister. Var mı dünyada böyle bir insan?” (syf: 228)
 
 
Alakasız konular üzerine :)
Kitap, “kim”, “ne”, “nasıl” sorolarını soran bireyleri bir yana, “neden” sorusunu soranları ise başka bir yana koyar. “Nasıl’ı soran, bildiklerini kullanarak hayatı kazanır. Kim’i soran tanrısını bulur ve tapar. Nedeni soran ise nedenleri bulur, bir süre savunur sonra unutur. Başka nedenler bulur, onları da savunur ve unutur. Ve böyle gider. İsmi: insanoğlunun önlenemez değişimi. Varlığına farklı nedenler bulmaktır insanı ilerleten.” (syf: 45). Bu sorgunun devamnıde ise, kitaba göre, tek bir soru kalır “Ne fark eder?”.
İlk insan Adem ve Havva ve onların çocukları normal insanlardı. Ancak torunlar pek de öyle olamazlar. Akraba evliliğinin ürünü olan torunlar normallikten anormalliğe geçmeye başlamışlardı. Ve kuşaklar boyu sürerek bugüne kadar geldi söz konusu çoğalma. Anormallik katılaştı ve normal olarak algılanmaya başladı. Kardeşler arası ilişkilerden meydana gelen çocukların yarattıkları kuşak, sakat olarak dünyada yaşamaya başladı. Ve bugün düşündüğümüzde, ilk insanın belki de altı parmaklı, dört kollu, üç bacaklı olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan emin olmasak dahi, bizden kesin olarak farklı olduklarını söyleyebiliriz. Gerçek şu ki, dünyaya binlerce yıldır hakim olan insanlık, din kitapları esas alındığında, sakat bir ırktır.” (syf:85)
 
Evla

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa