16 Mayıs 2017 Salı

Onu Bulmak - 2

Hikayenin birinci bölümü için: http://didevla.blogspot.com.tr/2017/01/onu-bulmak-1.html


Sabah uyandığımızda, annem Nesibe Abla'yı çağırmıştı ve evde her şey havadaydı. Çocukluğumun en korkunç anlarındandı o anlar çünkü elektrik süpürgesinden ölesiye korkardım. Öyle ki işi bittiğinde annem üzerini sıkıca örtüp, onu depo olarak kullandığımız kapkaranlık odaya kilitliyordu. Ama işte Nesibe Abla o gürültülü canavarı o kadar çok seviyordu ki, bize geldiğinde asla elinden düşürmezdi. Demek ki bizim hemen sahile inmemiz gerekiyordu ve annem de buna seve seve izin verecekti. Ezele de sahile inmek istiyordu hem!
Öyle yaptık. Benim her zamankinden daha yüksek sesli sızlanmalarım ve süpürgeye yandan  kısık gözlerle bakışlarım, annemi daha kolay ikna etmemi sağlamıştı. Annemin Nesibe Abla'ya hazırlattığı portakal sulu omletli kahvaltımızı yaptıktan sonra, mayolarımızı da elbisemizin altına giyip koşarak sahile indik. Tabi ki sahili balkondan izlemek çok daha iyiydi, çünkü pek çok şeyi aynı anda görebiliyordun, ama bugün onun için uygun değildi.
Sahilde her zamanki kalabalık vardı, kimi çay bahçelerinde, kimi denizde, kimi kumların üzerinde, kimi bisikletle... Biz ise dedektif gibiydik, sanırım dışarıdan görenler de halimizin farkındaydı. Gözlerimiz her yeri tarıyordu, o teyzeye ve oğluna benzer birileri görsek hemen birbirimizi dürtüyorduk, ama maalesef hiç birisi onlar değildi. Bütün bir sahili bu şekilde yürüdük, tellerin olduğu ve girme iznimizin olmadığı yere kadar devam ettik, ancak çok büyük bir hayal kırıklığıyla yolu tamamladık.
Sonra bir de denizde yüzüyor olabilecekleri aklımıza geldi, çocuğuz ya, delilik!Terliklerimizi havlu ile sardık, havlumuzu da kucakladık, belimize kadar denize girdik. Tellerin olduğu yerden başladık, yürüyerek suyu geçtik, geçerken de denizdeki insanları ve denizin içini inceledik, belki de balinayı görürdük? Tabi arama çalışmalarımız karadaki gibi kolay olmuyordu bu, suda hareket etmek çok yorucuydu. Neyse ki teyzenin suya tshirtüyle girdiğini biliyorduk, ona bakmak çok kolaydı. Balina desen o kocaman kuyruğu görmemek imkansızdı. Ama ya o çocuk ? İşte o çok zordu. Ben de teyzeye bakma görevini Ezele'ye vermiştim, çocuğu kendim arıyordum. Ezele kaçırabilirdi ama ben kaçırmazdım. Birkaç defa o çocuğa benzer çocuklar da gördüm, yüzlerini yakından görebilmek için oralarda oyalanmamız gerekti, ama hiç birisi aradığımız teyze ve çocuk değildi.
Artık saatler geçmişti ve başladığımız yere yaklaştığımızda, ikimizin de bacakları inanılmaz ağırlaşmıştı. Tek bir adım bile atacak halimiz kalmamıştı. Havlular da kollarımızı yormuştu. Ben baş dedektif, yardımcımın paydos yapmasına izin verdim ve derhal sahile çıkıp kendimizi boş bir şemsiyenin altına, kumlara attık. Kum taneleri üstümüze başımıza ve nemli saçlarımıza yapışmıştı ve annem bundan nefret ederdi. Ama o kadar yorulmuştuk ki, umurumuzda değildi, hem yardımcımı daha fazla çalıştıramazdım. Orada öylece uzandık, bir süre de uyumuşuz. O gün şemsiye gölgesinde uyumanın verdiği tadı hala hatırlarım ancak hiç bir zaman o tadı tekrar hissedemedim, o an öyle büyülü bir andı işte.
Bu sefer Ezele benden önce uyanmıştı, çünkü hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı ve Foça'da akşamları sert rüzgarlar çıkardı. Beni de uyandırınca, ben de üşüdüğümü fark ettim. Ancak araştırma ruhum da baskın geliyordu, daha denizin öteki tarafını aramamıştık, orası bu kadar uzun değildi üstelik, araba yolu başlayana kadar denize giriliyordu. Hemen doğruldum, ellerimi gözlerimin üzerine siper ettim, şöyle bir düşündüm, Ezele'nin yalvaran gözlerinin içime baktım. E bu saatlerde insanlar denize pek de girmiyorlardı, Ezele'ye devam etmeden önce bir şeyler yiyebileceğimizi söyledim. İnanılmaz sevinmişti, neredeyse boynuma sarılacaktı.
Hala tam olarak dinlenmemiş bacaklarımızla evin merdivenlerini çıktık. Nesibe Abla o canavarı kapkaranlık odaya bırakmış, mutfağa geçmişti.
"Nerede kaldınız küçük hanımlar?" diye bağırdı, yemek kokuları mis gibi geliyordu. "Size köfte hazırladım, yanında da salata! Aaaa.. ama hanımefendilerin üstü başı kum dolu, öyleyse suyun altına giriniz lütfen, sonra sofraya gelebilirsiniz, hadi bakalım".
Menüyü annemin hazırladığını biliyordum, yoksa 'patates kızartması nerede?' diye ağlayacaktım. Ama o halimizle o garip sebze yemeklerini bile sorgusuz sualsiz yerdik herhalde. Suyun altına ikimiz birden girdik, girmemiz ve çıkmamız bir oldu. Yemek yerken ise ikimizin yüzünde de hınzırca bir gülümseme vardı, çünkü belimizden yukarısı domates gibi kızarmıştı ve burnumuz öylesine yanmıştı ki, dokunamıyorduk bile. Nesibe Abla bir yandan bize nasihat veriyordu, güneş kreminin de işe yaramadığından şikayet ediyordu bir yandan da hanımefendi dediği anneme ne diyeceğini kara kara düşünüyordu. Onun o telaşını görseniz, siz de kıkırdardınız, bütün o yanık acılarına rağmen. Hem dedektifliğin de bir bedeli vardı, biz de onu ödemiştik, e biraz da gurur duymuştuk mesleğimizle.
Çocuklar neden bu kadar çok uyur  bilmiyorum, o zaman da bilmiyordum ve kendi kendime de kızıyordum. Yemekten sonra daha Nesibe abla bize krem sürerken sızıp kalmıştık, herhalde Nesibe Abla yataklarımıza taşımıştı o gece bizi.

Ertesi gün ise tam bir felaketti, annemin öfkesiyle kalkmıştık.Aslında hala gülmek istiyordum, çünkü kimse bizim gördüklerimizi bilmiyordu ve gerçekten de çok komik görünüyorduk. Ama annem Ezele'nin annesini arayıp onu götürmesi gerektiğini söylediğinde, yüzümdeki gülücük dondu kaldı. Sonrasında Ezele'nin annesi gelene kadar ağladım. Ne kadar yalvardığımı ben de bilmiyorum, günlerce dışarı çıkmayacağımı söylemiştim, onu hiç ama hiç üzmeyeceğimi söylemiştim anneme. Başka arkadaşım yoktu ve ben Ezele'yi çok ama çok seviyordum. Ama ben ne kadar çok ağladıysam, durum o kadar kötü oldu, annem disiplinin en önemli şey olduğunu söylerdi hep, benim de disiplinsiz olduğumu. Ve annemin kudretli duruşu karşısında hiç sansım yoktu.
Ezele'nin annesi kapıyı çaldığında, bir çözüm yolumuzun olmadığını anlamıştık. Çünkü annesi de Ezele'nin kıpkırmızı halini görünce çok sinirlenmişti. Nedense kimse bizim gibi gülmek istemiyordu bu duruma, oysa biz mutluyduk domatese bulanmış halimizle. Annelerimiz ne konuştu hatırlamıyorum, ben Ezele'ye sarılmışım, o da bana sarılmış, yanıklarımız da acıtmıyordu. O güzelim iki gün ağlayarak son buldu, Ezele hıçkırıklarla annesiyle birlikte hızlıca gidiverdi. Onlar gittikten sonra odama gidip, sızana kadar yine ağladım, bu sefer annem daha fazla kızmasın diye sessizce...

Üstüne yıllar geçip ben liseye başladığımda Ezele ile tekrar görüşecektik, ve ikimiz de o günü gözlerimiz dolu dolu anacaktık. Üstelik ikimiz de ailelerimize balinadan bahsetmemiştik, işte çocukça yaşadığımız dostluk da böyle bir şeydi, ikimiz de sessizce korumaya karar verdiğimiz sırrımıza sadık kalmıştık ve ailelerimizin katılığıyla kirletmemiştik gizemli balinayı.


Devamı için: http://didevla.blogspot.com.tr/2017/07/onu-bulmak-3.html

Etiketler: , ,

15 Mayıs 2017 Pazartesi

Namus

Bir Sezen Aksu şarkısı olan Namus'u bilmeden olmaz:

Aradım yıllardır seni her yerde
Bir türlü karşıma çıkmadın namus
Nihayet bir yerde rastladım ama
Utançtan yüzüme bakmadın namus

Yaklaşıp yanına dedim nerdesin
Dedin ki yorulma gelmiyor sesin
Gayretleri boşa gitti herkesin
Kimseyi yanına sokmadın namus

Fazilet dediğin meğer masalmış
Namuslu görünmek kimlere kalmış
Zenginmiş, fakirmiş, halkmış, kralmış
Gördüm ki kimseyi takmadın namus

Hadi yandan
Hadi hadi yandan

Ben senden ne saray ne ev istedim
Seni sevenleri sen sev istedim
Kıvılcım aradım alev istedim
Bir tek mumu bile yakmadın namus

Azizken gözümde sudan ekmekten
Yoruldum uslu dur yapma demekten
Yüzyıllardır namussuzluk etmekten
Bir türlü uslanıp bıkmadın namus

Hadi yandan
Hadi hadi yandan


__________________________
Namus; 1991 yılında piyasaya çıkmış olan "Gülümse" albümündeki bir parçadır. Sözlerini yazan kişi, Ümit Yaşar Oğuzcan, beste Arto Tunçboyaciyan, düzenleyen Onno Tunç....

Namus kelimesinin seslisözlükteki İngilizce karşılığı: Honesty, honor, purity, decency, rectitude.
Bakın kelimelerin hiç biri, Türkçe'de kullanılan namus kelimesinin karşılığını vermiyor aslında.
Honesty; dürüstlük
Honor; gurur, onur
Purity; saflık, temizlik

Kısacası, kelimeyi İngilizceye tercüme ettiğimizde, kelimenin anlamını kaçırdığımız bir kavram namus. Bizdeki gibi bir karşılık yok İngilizce'de. Ümit Yaşar Oğuzcan da dememiş mi "Aradım yıllardır seni her yerde, Bir türlü karşıma çıkmadın namus". Namus kavramı sözlüğünde ve dilinde olmayan bir toplumda yaşadığınızı düşünebiliyor musunuz? Bu kavramla doğup büyüyen insan için bunu düşünmek çok zor.

Bizdeki namus nedir peki? Tabi ki daha çok kadını ilgilendiren ve kadının cinselliği ile ilişkili bir kavram. Ancak erkekler için de kullanılan bir hali var. O da, yalan-dolandırıcılık gibi anlamlar taşır çoğunlukla. Yani kadının namussuzu ile erkeğin namussuzu başka şeyler anlatır bize. Neden böyledir bu? Cinsellikle ilgili suçların hepsi kadından geçer?

Biz kadınlar onu (namusu) toplum değerlerimiz gereği, evlilikte takas etmek üzere koruruz. Bir takas aracı öyleyse namus, simgesi de kandır. Başını örten kadındır, masumiyetini yitiren kadındır, orası burası açılan kadındır, kuyruk sallayan kadındır, işveli cilveli olan kadındır.. Ne çok sıfat kullanılır kadın için, ve bu sıfatların hepsi toplumun bireylerinin anası, kız kardeşi, kızı, teyzesi, halası, yengesi içindir; bütün bu kadınlar bilir o sınırların ağırlığını.

Oysa namus dediğimiz bir oyundur, herkes aldanabilir, insan onu koz olarak kullanılabilir. Gerçek olduğu zaman ise cinayet aracı bile olabilir. Oysa kim namusludur aslında kişinin kendisinden başkası bilmez. Herkes konuşur ama biri bilir. Öyleyse ne konuşuruz biz?

Demek ki,
Hadi yandan!

Evla