30 Mayıs 2013 Perşembe

Tez Çıktıları

Bu ülkedeki her üniversite, yazılan onlarca tez sebebiyle tonlarca sayfa israfına sebep oluyor. Tez ortalama 100 sayfa desek, 6-7 şer kopya  alınıyor, 700 sayfalık çıktı demek bu. Bunlardan üçü tez değerlendirme jürilerine, kalanları da biryerlere dağıtılıyor. Lisansta, tez kıvamında hazırlanan ve her öğrencinin hazırlamak zorunda olduğu işlerin çıktıları, yüksek lisans için alınan tez çıktıları, doktora öğrencilerinin aldığı tez çıktıları, hocalara teslim edilen ödev çıktıları.. Bir de bu çıktıların hiç birini saman veya orta kalitedeki kağıda alamazsınız. Hatta tezde daha kötüsü olur, nedense, sayfaların sadece tek yüzünden baskı alırsınız, 50 sayfalık tez için 100 adet kağıt kullanırsınız...

Bir haberim var: artık memleketimizde internet var:)

Hatta hocalar da öğrencilerin çalışmalarını internet veya bilgisayar üzerinden intihal programlarına taratıp, ödevin özgünlüğünü kontrol ediyorlar. Üstelik artık uluslarası veri tabanları var, kimse kütüphane raflarından tek tek tez araması yapmıyor! Bu tezler kütüphanelerin tozlu raflarına yerleştirilir, 40 yılın başında, bir birey merak eder de bir açıp bakar niyetiyle bekletilirler.

Bu tezlerin çıktısı neden alınıyor? İnternet üzerinde kalsalar, sonra da NOSTALJİ için isteyenler birer çıktısını alsa??


“Bak yavrum, bir zamanlar bu üniversitede yazdığın tezlerin çıktıları alınırdı, kenar boşluklarından bir milim oynatmazdın, en iyi kağıda, sadece tek yüzüne.. İşte bu da benim tezim, sizlere gösterebilmek için sakladım.”

“Aaa, tıpkı geçen gün gittiğimiz müzedeki kitaplar gibi mi yani anneanne??”

“Sayılır yavrum. E eskiden bilgisayar yoktu, internet yoktu, insanlar mecburen çıktı alırlardı, hatta doğuda okuyan insanlar bazı kitaplara ulaşmak için büyük şehirlere giderlerdi, benim babam öyle yapmış biliyor musun?... Hatta, internet çıktıktan uzun bir süre sonra bile, insanlar bu yeni düzene uyum sağlayana kadar, tezlerin çıktısı alındı, yıllarca...”

"Çok garipmiş... "

“:) evet yavrum, anneannen o zor günleri yaşadı çocuğum, hem de 1 değil 2 değil, 7 tane çıktı almıştım.”

“:)) ... bunu arkadaşlarıma anlatacağım, çok havalı olacak!! ”

Evla

26 Mayıs 2013 Pazar

Ahlak ve Etik

Ahlak ve etik kavramları nerede ayrıldı?

Öncelikle bu kelimelerin TDK daki tanımına bakalım:
Ahlak: Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları, aktöre, sağtöre
Etik: Ahlaki, ahlakla ilgili

TDK'ya baktığınızda, kelimeler arasında anlam farkı bulunmamaktadır, ancak etik kelimesinin ayrıca bir anlamı daha var, önemli olduğunu düşündüğüm:
"Çeşitli meslek kolları arasında tarafların uyması veya kaçınması gereken davranışlar bütünü"

Etik aynı zamanda aşağıdaki şekilde sınıflandırılır (Ülgen ve Mirze'nin yazdığı İşletmelerde Stratejik Yönetim kitabından) :
  • Kişisel etik: kendi vicdanının oluşturduğu standartlar
  • Meslek etiği: insanların çeşitli mesekleri uygularken uymak zorunda olduğu meslek kuralları
  • İş etiği: İş yerinde neyin doğru neyin yanlış olduğunu gösteren kurallar
  • Toplumsal etik: Bir insanın içinde bulunduğu toplumun değer yargıları
  • Global etik: İş etiği ve toplumsal etik kurallarının global anlamda uygulanmasıdır.

Toplumsal etik ile, ahlak arasında bir fark bulabildiniz mi? Ben bulamıyorum..

Bir de şunu düşünelim, ahlak için: bireysel ahlak, mesleki ahlak,  iş ahlakı, global ahlak gibi bir sınıflandırma yapabilir miyiz? Bu ayrım bizim toplum olarak bakış açımızla örtüşür mü hiç?
Mesela ahlaksızca davranmış bir insanla ilgili konuşurken, o kisinin bireysel ahlaki değerlerini düşünür müyüz? Hayır düşünmeyiz. Çünkü böyle bir tartışma bizim toplumumuz için anlamsızdır. Toplumda kabul edilen değerlerin dışında yaşarsan koşulsuz, şartsız, vade farksız ahlaksız olursun.

Ahlak, bizim toplumumuz için keskin sınırlarla çizilmiştir.

TDK'nın "ahlak" tanımında olduğu gibi, " kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kurallar..." dır ahlak.

Belki de etik kelimesi ile karşılaşan toplumumuz, bu değerlerin kişiden kişiye, meslekten mesleğe, değiştiğini kabul edememiştir. Acaba bu sebeple mi bugün etik ve ahlak arasındaki anlamsız farkı tartışıyoruz diye bir korku düştü içime..

Eğer öyleyse, bence etik ve ahlak farkını tartışmaktan çok, "ahlak" kelimesinin anlamını değiştirmek, geliştirmek için uğraşmalıyız.

Evla

16 Mayıs 2013 Perşembe

Eskiden

Yeniden olur mu ?
Çocuk olunur mu ?
Eskisi gibi güvenle durulur mu ?
Yeniden olur mu ?
Masum olunur mu ?
Eskisi gibi huzurla durulur mu ?
Eskiden bir pencerede beklerken
Eskiden hala suskun ve çocukken
Eskiden basit bir oyunda düşerken
Büyümek hiç aklımda yokken
Dünyamda büyüktü masa ve sandalye
Odamda püsküllü sarı bir lamba
Böyle, çarçabuk, aniden, birden
Sanki yokmuşum, tokmuşum
Birden...
Eskiden bir pencerede dururken
Eskiden basit bir oyunda gülerken
Büyümek hiç aklımda yokken
Böyle, çarçabuk, aniden,
Birden...
Jehan Barbur

Toplum ve İnsan

Aşağıdaki yazı tamamen alıntıdır ve blog yazarlarından başka birisi tarafından yazılmıştır, kendisi istemediği için adını söylemeyeceğim.

" Toplumların gelişiminin önündeki en büyük engel, insanların hayata bakış açılarıdır. Toplumu yönetenler, yönetimde kolaylık sağlamak için, insanlara bazı inançları veya ideolojileri, eğitim sistemini veya kitle iletişim araçlarını kullanarak öğretir ve onları inandırırlar, insanları bu inanç ve ideolojilerin mümüni, inananı haline getirir ve onların beyinlerine hazır reçetelerini koyarlar. Bu insan ve toplum mühendisliği mağdurları, artık en doğru ve en iyi olanı kendilerinin bildiklerine inanmaktadırlar. Bu reçeteler genellikle ve aynı zamanda yönetenlerin de inancıdır, dolayısı ile artık yöneten ve yönetilenler arasında çatışma yaşanmadan hayat devam eder, yönetenler bu durumdan uzun yıllar yararlanırlar.
Toplumlara sunulan inanç ve ideoloji reçetelerinde; hem insanın bütün düşünsel ve yaşamsal sorunlarında referans alacağı temel doğrular hem de bu düşünce ve inanç dünyasından çıkmasını nerede ise imkansız hale getirecek dünyevi, toplumsal veya mistik ödüller, cezalar, dayatma ve korkular bulunmaktadır. Ancak, dünyadaki bütün toplumlara aynı inanç reçetesinin verilmesi söz konusu olamazdı, iletişim yetersizliğinin sebep olduğu yerel farlılıklar, geleneksel yapı fakllıkları buna engel olmakta idi. İşte bu farklılıklar toplumları meydana getiren insanların bu inanç yapılanmasından farklı şekillerde etkilenmeleri sonucunu doğurdu. Toplumların yada insanların gelişmesinin en önemli motoru ve amili yani sebebi olan özgür insan beyni ve düşünsel yaratıcılıklarıdır. İnsan beyninin eğer septik yani şüpheci yönü zayıflatılmış ise rahatına düşkünlüğü diyebileceğimiz tembelliği fazlalaşmıştır, her sorunu yada olayı izah eden bir inanç yada ideolojik kabul reçetesi onu oldukça rahatlatacaktır. Yani bu inanç yada ideolojik yapının iyi planlanmış, mantık dokusunun iyi oluşturulmuş olması inanan insanın beynini o oranda tembelleştirmektedir.
Ayrıca bu inanç yada ideolojik yapı, dayatma ve korku da içeriyorsa, bu da inananların beyinlerindeki septik yapıyı oldukça zayıflatabilmektedir. Korkunun insan beyninin çalışması ile ilgisi çok ilginçtir; ani bir korku yaşayan insanın dilinin tutulması acaba neden kaynaklanmaktadır? Dil yani konuşma, düşüncenin bir ortaya çıkma biçimi eyleme dönüşmüş halidir, demek ki korku halinde beynin düşünme faaliyeti aksamakta, belki de bazı hallerde durmaktadır. Canlılar, ani tehlikelere karşı kendilerini koruyabilecekleri istemdışı savunma sistemine sahiptirler. Bir tehlike halinde, bu tehlikeden kaçıp kurtulabilmesi için, insanın kol ve bacaklarında kan dolaşımının arttığı bilinmektedir. Vücutta dolaşan kan miktarının sabit olması, beynimizin ise kanı pompalayan organımızdan yukarıda olması, tehlike halinde beynimizin yeteri kadar beslenememesi çok ilginç bir durumdur. Tehlike, insanın korku duygusu ile birlikte görülmektedir, insanların korkma hallerinde de bu zafiyetin yaşanması söz konusu ise, korku faktörünün, insanların ve toplumların gelişiminde ne kadar olumsuz rol oynadığını düşünmek gerekmektedir.
Kısacası, yukarıda bahsettiğim inanç ve ideolojik yapıların, insan beynini ve dolayısı ile düşünce kapasitesini etkileyen yönleri farklılıklar arzettiği için, daha az olumsuzluk içeren yapılarda insanların ve toplumların daha çok gelişmesi söz konusu olmuştur. Bu durum çok uzun ve sancılı süreçlerden geçse de sonuçta, iletişim imkanlarının elverdiğince, geri kalmış toplum ve insanlar üzerinde itici bir güç oluşturmuştur. Bu, eşitsiz gelişme; çatışmalar ve savaşlar sonucunu doğurmuş olsa da, geri kalan toplumlarda insanoğlunun beyninde şüphe uyandırarak, gelişme sürecinin kapısını aralamıştır.
Günümüzde, internet, iletişimi yatay ve düşeyde insanı ve toplumu çok ileri boyutta etkileyecek hale gelmiştir. Yatayda çok yaygın bir hal alması, bilgileri yüz milyonlara anında ulaştırabilmesi, düşeyde ise en uç düşünce ve fikirleri ihtiva edebilmesi insanlara çok büyük imkanlar sunmaktadır. Toplumları yöneten kesimlerin, internet kullanımını pahalı kılarak yatayda, çeşitli sebep ve biçimlerle de filitre ederek düşeyde zayıflatmak ve etkisini azaltmaya çalışmaları, onlar açısından son derece akıllıcadır. Ancak teknoloji yakın bir gelecekte bu engelleri de aşabilecektir. "
...............................

Evla

Deli Kızım Uyan

Eskiden çok sık dinlediğim bir şarkıydı Şebnem Ferah’ın söylediği Deli Kızım Uyan şarkısı. Geçen gün radyoda dinledim ve şarkının sözlerinin aslında bambaşka bir şeyi anlattığı ihtimaline takıldım. Önce şarkının sözleri gelsin:

Gece geçmez gündüz olmaz
Can bu dünyaya dayanmaz
Neden ?
Haykırdım dağlara duymaz
Bekledim günlerce
Yok ki gelen
Karlı dağların ardında biri yaşarmış
Bulut olur yağmur olur
Bize bakarmış
Hem yakın hem uzakmış
Yanakları al almış
Deli kızım uyan
Söylenenler yalan
Deli kızım uyan
Bir tek sensin duyan
Yerde oldum gökte oldum
Sormayın halim ah başım duman
Gönül uslanmayı bilmez
Düşlerim gerçek gerçeğim yalan
Karlı dağların ardında biri yaşarmış
Bulut olur yağmur olur
Bize bakarmış
Hem yakın hem uzakmış
Yanakları al almış
Deli kızım uyan
Söylenenler yalan
Deli kızım uyan
Bir tek sensin duyan
Bir tek sensin duyan
……..

Şarkıda, sözleri yazan kişi, kendisine “deli kızım uyan, söylenenler yalan” diyor, ona söylenen yalanları da açıklamış, onun yarattığı sıkıntıyı da.. hissettiği sıkıntıyı çıkartırsak, yalan olduğunu söylediği şeyi aşağıdaki bölümlerde tarif etmiş:

Haykırdım dağlara duymaz
Bekledim günlerce
Yok ki gelen
Karlı dağların ardında biri yaşarmış
Bulut olur yağmur olur
Bize bakarmış
Hem yakın hem uzakmış
Yanakları al almış

Eskiden bu bölümü duyduğum zaman, kızın babasını beklediğini düşünürdüm, ama “hem uzak hem yakın”, “bulut ve yağmur olup bize bakan” birisinden bahsediyor.  Bir de “düşlerim gerçek, gerçeğim yalan” dediği yerde de, daha önce paylaştığım (okumak için buraya tıklayabilirsiniz) Aldo Palazzeschi’nin sözü geldi.

Daha fazla yazmayacağım, ama anlatmak istediğim şey yerine ulaşmıştır sanırım.

Evla

İnatçı Hikaye

Ahşap oymalı, görkemli bir kapının eşiğinde, merdivenlerde nöbet tutan bekçinin boş anını yakalayıp, bir basamak daha çıkar genç kız. Sinirlenen bekçi, bir elini kapının üzerine sertçe vurmuştur. Artık genç kız, ayak parmakları üzerinde yükselmiş, bekçinin gözlerinin içine dikmiştir gözlerini. Bekçinin kömür karası bıyığı, genç kızın uzun saçlarındaki kurdela ile aynı hizadadır. Genç kız, pala bıyıklı orta yaşlı bu bekçiyle tartışmaya başlar. Bekçinin kafasını şiddetle sağa sola savuruşunu saymazsak, omuzları gergin, bacakları hafif aralı, taş bir duvar gibi dikilmiştir genç kızın karşısına, ardındaki kapıdan çok da bir farkı yoktur aslında. Kısa bir süre sonra, kızın, ısrarla içeri girmek istemesini reddetmekten bıkmış ve biraz da sinirlenmiş halde, uyarısını tekrarlar:

-Yasak kardeşim , giremezsin!! Bir yandan da da bu kızın, taş çatlasın 16 sında olduğunu düşünmektedir.

Genç kız inatçıdır, bekçinin lafı bittiği an, konuşmaya başlar, istifini de bozmadan cevap verir:

-Ne demek ya, ne yasağı!!
-Yasak dedim ya güzel arkadaşım, hala ne yasağı diyorsun! Yasaaaak!
-Ya nerede yazılı bu yasak? Kim koymuş bunu, sen bu yasağın bekçisi misin???!
-Bak ablacım, bak, güzel güzel anlatıyorum anlamıyorsun. Bu kapıdan geçmek yasak dediler bana, gerekli uyarıyı da yaptım sana! Beni zor kullanmaya mecbur etme!

Genç kız, bir an ne diyeceğini bilemez, bekçinin "zor kullanmak" derken neyi kastetmiş olabileceğini düşünür, kapının yamacındaki kalın sopaya ilişir gözü, ama cinsiyetine ve biraz da şansına güvenerek:

-... zor kullanacaksın ha? Ne yapacaksın allasen?! diye restini çeker bekçiye. Bir yandan da ayak tabanlarını yere basmıştır, kaçması gerekirse diye.
-Tövbe tövbeeee...

Gencecik bir kız.. çok da pis bir inadı var, kızamıyor ki insan diye geçirmektedir bekçi aklından. Aynı cümleleri başkasına kurmuş olsaydı, yer gök inlerdi sesinin şiddetinden, şimdi ise sesi çıkmıyordu bile. O anda hata yaptığını fark eder ve görevinin ehemmiyetini hatırlayarak, kaşlarını çatar. Gözleri çakmak çakmak olan kıza diker gözlerini, tam ağzını açmışken, kız ondan önce davranıp:

-Tamam, gidiyorum der. Kız bir yandan uzaklaşır ama bir yandan da söylenmeye devam eder
-Ama o zaman yaşamayayım ya, yaşamak da mı yasak yani??!!! Yedik mi kapını, zaten bu kapı...

Kızın sesi uzaklaştıkça, bekçi bir yandan görevini yaptığı için rahatlamaktadır, bir yandan da kalbinin sıkıştığını hisseder. Bu burukluğun nereden geldiğini anlayamaz, kızın solan gölgesine bakarken, onu bir daha görmemeyi diler.

Uzaklaşan kız ise, kendi kendisine teselli arıyordur; bütün kapıların önünde bekçi yoktur, herkese açılan kapılar vardır mutlaka... Bir gün bir kapının kendiliğinden açılacağına inanmak için zorlar kendisini, bu kaçıncı kapıdır giremediği, saymaz , ama bir umuttur işte, bırakamaz.

Evla

Toplum ve İnsan

Aşağıdaki yazı, blog yazarlarının haricinde, başka birisi tarafından yazılmıştır, kendisi istemediği için adını söylemeyeceğim.

" Toplumların gelişiminin önündeki en büyük engel, insanların hayata bakış açılarıdır. Toplumu yönetenler, yönetimde kolaylık sağlamak için, insanlara bazı inançları veya ideolojileri, eğitim sistemini veya kitle iletişim araçlarını kullanarak öğretir ve onları inandırırlar, insanları bu inanç ve ideolojilerin mümüni, inananı haline getirir ve onların beyinlerine hazır reçetelerini koyarlar. Bu insan ve toplum mühendisliği mağdurları, artık en doğru ve en iyi olanı kendilerinin bildiklerine inanmaktadırlar. Bu reçeteler genellikle ve aynı zamanda yönetenlerin de inancıdır, dolayısı ile artık yöneten ve yönetilenler arasında çatışma yaşanmadan hayat devam eder, yönetenler bu durumdan uzun yıllar yararlanırlar.
Toplumlara sunulan inanç ve ideoloji reçetelerinde; hem insanın bütün düşünsel ve yaşamsal sorunlarında referans alacağı temel doğrular hem de bu düşünce ve inanç dünyasından çıkmasını nerede ise imkansız hale getirecek dünyevi, toplumsal veya mistik ödüller, cezalar, dayatma ve korkular bulunmaktadır. Ancak, dünyadaki bütün toplumlara aynı inanç reçetesinin verilmesi söz konusu olamazdı, iletişim yetersizliğinin sebep olduğu yerel farlılıklar, geleneksel yapı fakllıkları buna engel olmakta idi. İşte bu farklılıklar toplumları meydana getiren insanların bu inanç yapılanmasından farklı şekillerde etkilenmeleri sonucunu doğurdu. Toplumların yada insanların gelişmesinin en önemli motoru ve amili yani sebebi olan özgür insan beyni ve düşünsel yaratıcılıklarıdır. İnsan beyninin eğer septik yani şüpheci yönü zayıflatılmış ise rahatına düşkünlüğü diyebileceğimiz tembelliği fazlalaşmıştır, her sorunu yada olayı izah eden bir inanç yada ideolojik kabul reçetesi onu oldukça rahatlatacaktır.  Yani bu inanç yada ideolojik yapının iyi planlanmış, mantık dokusunun iyi oluşturulmuş olması inanan insanın beynini o oranda tembelleştirmektedir.

Ayrıca bu inanç yada ideolojik yapı, dayatma ve korku da içeriyorsa, bu da inananların beyinlerindeki septik yapıyı oldukça zayıflatabilmektedir. Korkunun insan beyninin çalışması ile ilgisi çok ilginçtir; ani bir korku yaşayan insanın dilinin tutulması acaba neden kaynaklanmaktadır? Dil yani konuşma, düşüncenin bir ortaya çıkma biçimi eyleme dönüşmüş halidir, demek ki korku halinde beynin düşünme faaliyeti aksamakta, belki de bazı hallerde durmaktadır. Canlılar, ani tehlikelere karşı kendilerini koruyabilecekleri istem dışı savunma sistemine sahiptirler. Bir tehlike halinde, bu tehlikeden kaçıp kurtulabilmesi için, insanın kol ve bacaklarında kan dolaşımının arttığı bilinmektedir. Vücutta dolaşan kan miktarının sabit olması, beynimizin ise kanı pompalayan organımızdan yukarıda olması, tehlike halinde beynimizin yeteri kadar beslenememesi çok ilginç bir durumdur. Tehlike, insanın korku duygusu ile birlikte görülmektedir, insanların korkma hallerinde de bu zafiyetin yaşanması söz konusu ise, korku faktörünün, insanların ve toplumların gelişiminde ne kadar olumsuz rol oynadığını düşünmek gerekmektedir.

Kısacası, yukarıda bahsettiğim inanç ve ideolojik yapıların, insan beynini ve dolayısı ile düşünce kapasitesini etkileyen yönleri farklılıklar arzettiği için, daha az olumsuzluk içeren yapılarda insanların ve toplumların daha çok gelişmesi söz konusu olmuştur. Bu durum çok uzun ve sancılı süreçlerden geçse de sonuçta, iletişim imkanlarının elverdiğince, geri kalmış toplum ve insanlar üzerinde itici bir güç oluşturmuştur.  Bu, eşitsiz gelişme; çatışmalar ve  savaşlar sonucunu doğurmuş  olsa da, geri kalan toplumlarda  insanoğlunun beyninde şüphe uyandırarak, gelişme sürecinin kapısını aralamıştır.
Günümüzde, internet, iletişimi yatay ve düşeyde insanı ve toplumu çok ileri boyutta etkileyecek hale gelmiştir. Yatayda çok yaygın bir hal alması, bilgileri yüz milyonlara anında ulaştırabilmesi, düşeyde ise en uç düşünce ve fikirleri ihtiva edebilmesi insanlara çok büyük imkanlar sunmaktadır.  Toplumları yöneten kesimlerin, internet kullanımını pahalı kılarak yatayda, çeşitli sebep ve biçimlerle de filitre ederek düşeyde zayıflatmak ve etkisini azaltmaya çalışmaları, onlar açısından son derece akıllıcadır. Ancak teknoloji yakın bir gelecekte bu engelleri de aşabilecektir. "

Evla

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Ölüm Utancı

Yine mi, sen de mi?
Ve sonunda ben de öleceğim!
Neden yaşıyorum diye sorgulamaya utanıyorum, sorgulayan sorgulamayan herkesin sonu bu.Hem de, üzülüyorum, üzüldüğüme utanıyorum, seviniyorum sevindiğime.
Toprakla buluşan buz kesmiş bedenler, dualar, mevlütler, helvalar... Utanıyorum bu gidenin üzerini örten kalın yorgandan, çocukları annelerinden babalarından ayıran kaderden.
Beni hayata bağlayan değerli insanların yüzlerine bakmaktan, sevdiğim şarkılardan, şiirlerden, yerlerden utanıyorum.
Senin gibi, su dolu çatlak bir testi gibi içim boşalıyor, hayat anlamsızlaşıyor, utanıyorum yaşamaya.
Üstelik, sorgulatmıyor hayat bu olanları, kabullenmen için ziyaretine gelen komşuları, onların başsağlığı dileklerini. Yutulur hale getiriyorlar bu pis kokan lokmayı.
Zaten sen kimsin, ben kimim? Kimdir bu kâfir, onun hikmetinden sual eden kimdir, demezler mi bana?
Ama, ağlarken utanıyorum, gidenleri unuttuğumu hatırlayınca utanıyorum.
Ben hayatın bu halinden, seni beni alışından utanıyorum, ve, nefes almak, yaşamak için umarsız olmam gerektiğine utanıyorum.
Ölüyorum ben de, senin gibi, onun gibi, bu utançtan ölüyorum.
Beni yıkayacak, bana ağlayacak, tabutumu omuzlarında taşıyacak, üzerime toprak atacak, bana dualar sayıp gönderecek, lokmalar dağıtacak o yaşayanlar da ölecek.
Yaşayacak, yaşamın tadına varacak, belki de daha gözlerini bile açmamışken, bedeni soğuyacak.
Peki sonra? nedir bu düzen, sonrası nedir? Kimdir bu benimle kafa bulan?
Utan be kızım, utan, ne diyorsun sen, demezler mi bana, dinsiz bellemezler mi beni?
Benim elimi kolumu bağlayan bu insanlardan, kendimden utanıyorum , inanmıyorum işte o zaman hayata, ne sana, ne havaya, ne suya.
Bırakıyorum, yaşam öylece akıyor, ve gidiyor işte.
Yüzüme baksan, yanaklarım kızarmaz, başım öne düşmez, pişmanlık hissetmem, nedir bu utanç, nerededir? dersin
Utancımın hakkını veremiyorum, bundan utanıyorum.
Evla - 5 Kasım 2012

14 Mayıs 2013 Salı

10 Yıllık Mahkumiyet

Bu haberi duydunuz mu bilmiyorum, belki de duymamış olmak sizi daha mutlu ederdi, beni ederdi.
Adamın teki, 3 genç kızı kaçırmış, evinin tavanına zincirlemiş, bundan 10 yıl önce. 2007 yılında bu kadınlardan bir tanesi, doğum yapmış, şu anda 6 yaşında olan bir çocuğu var. Castro soyadlı, kendi tabiriyle “soğukkanlı” adam, bu küçük kızı arada parka götürür dolaştırırmış. Hatta bu adamın evine misafir olarak bir arkadaşları da gelmiş bu 10 sene boyunca, ancak hiç birisi bir terslik sezmemiş. Hatta bir tanesi, bu evde doğan küçük kızla karşılaşmış, Castro onu torunu olarak tanıtmış, küçük kız da ağzını açıp tek kelime etmemiş.

Castro hariç, hepsi birlikte suskunluk içinde yaşamışlar, tam 10 yıl.

Kaçırılan kızlar bir süre bodrumda zincirlenmiş halde kaldıktan sonra, üst kattaki odalara kilitlenmişler. Kaçırdığı kızlardan bir tanesinin evi, Castro’nun 2 blok ötesindeymiş, hatta Castro bu kızın annesiyle karşılaşıp arada halini soruyormuş.

Bu evde doğmuş, en önemli zamanını bu evdeki baskı, şiddet altında geçirmiş bir kız çocuğundan
bahsediyoruz. Bu korkuyla yetişen bu genç kızlar, 27 -30 lu yaşlarına gelince, içlerinden birisinin (çocuğu olan) yanlışlıkla açık unutulmuş bir kapıdan geçip, koridora çıkarak yardım istemesiyle son buluyor, komşular yetişip onları kurtarıyor.

Bu arada, Castro yetenekli bir müzisyen aynı zamanda ve onu tanıyan herkes şaşkın…
Biz de, 10 senedir evli, eşinden dayak yiyen, eşinin tecavüz ettiği, eşinin evden dışarı çıkmasına izin
vermediği kadınların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Üstelik bu durum çoğunlukla komşular tarafından da biliniyor. Amerika’daki o üç genç kız kaçırılıyor, bizde de aileler, çocuklarının rızasını almadan onları kendilerinden bilmem kaç yaş büyük adamların eline teslim ediyorlar. Bizim ülkemizde, bu durum yasal oluyor, çünkü onlar dini veya resmi nikâhla bağlanıyorlar.

Bu hayatlar gerçekten kolay değil, o korkuyla yaşamak, insanın olayları doğru şekilde değerlendirmesini engelliyor. “Seni öldürürüm”, “Kızını öldürürüm”, “Ailen bu saatten sonra seni kabul etmez”… Belki de o genç kızların oradan kaçacak fırsatları olabilirdi, bu kadar korkmasalardı. Castro zeki bir adammış belli ki, onları nasıl sindireceğini iyi düşünmüş kendisi. İnsanların zafiyetlerini kullanmayı iyi bilen bir adam…

Evla

Bize Ders Verin

Bize ilkokuldan itibaren, bir ülkenin özgürlüğünü kaybetmesinin çok kötü bir şey olduğunu anlattılar. Osmanlı’nın düşmanları tarafından paylaşılmaya çalışıldığı, bunun için de büyük savaşlar verildiğini anlattılar. Bazı vatan hainlerinin bu işbirliğine katıldığını, ama Atatürk’ün onların hayallerini suya düşürdüğünü anlattılar.

Tarih konusunda bir ton bilgi aldığımız 7 sene! (Ortaokul 1-2-3, lise 1-2-3 ve üniversite 1) Osmanlı
tarihini ders olarak gören üniversitelilerden, ve liseyi artık 4. yıllarında bitirecek olan arkadaşlardan, televizyonlarda sürekli olarak yayınlanan tarihle ilgili programlardan hiç bahsetmiyorum bile. Ülkemizde, Osmanlı tarihi müthiş bir öneme sahip, ben buna ancak saygı duyabilirim tabi ki, benim derdim başka zaten.
Bunca zaman ders gördük, olan biteni öğrenmeye çalıştık, kendimizi anlayabileceğimiz, toplum
dinamiklerini anlayabileceğimiz, sosyoloji veya psikoloji konularında tek bir ders görmedik. Ama tarih zorunluydu mesela, hem de üniversitede.

“Zorunlu ders” mantığını etik bulamıyor oluşum bir yana, “biz onları yönlendirmezsek onlar nereye
gideceğini bilemez” mantığı bir yana, bizim (gençlerin, öğrencilerin) adımıza karar vermeye bayılan o hiç yüz yüze gelmediğimiz kesim bir yana… Madem bir zorunluluğa boğulacağız kaçınılmaz olarak, o zaman bireyleri kendilerini tanıma zorunluluğuna boğun! Bize ilkokuldaki hayat bilgisi dersi gibi, ortaokulda, psikoloji dersi verin, varsın zorunlu olsun, lisede sosyoloji dersi verin, üniversitede sosyal psikoloji dersi verin, zorunlu derslerimiz bize kalıcı bilgiler versin.

O kadar temel ve o kadar hayata dair ki bu konular, o kadar mahrumuz ki biz bu bilgilerden… Örneğin; insanlar neden yalan söyler, kadın-erkek arasındaki güç kavgası nedir, kıskançlık nasıl anlaşılır, ahlaki değerler toplumu nasıl etkiler, insan ne olduğunda kendisini mutlu hisseder, duygu sömürüsü nedir nasıl yapılır, ergenlik döneminde insan neden sinirli olur vd. sorulara cevaplar aradığımız hayatımızı o kadar kolaylaştırır ki bu dersler. Biz daha kendimizle ilgili çok temel sorunları aşamamışken, felsefe öğrenmeye başladık lisede, maddenin özü nedir? Sorusuna cevap aramış insanların kalıplaşmış düşüncelerini ezberledik. O arada biz de kendimize soruyorduk oysa binlerce soruyu ve cevaplarını da çoğunlukla kendimiz tamamladık, bir kısmını cevaplamaktan vazgeçtik, bir kısmını da kendimize veya çevremize zarar verecek şekilde cevapladık belki de.

Evla

9 Mayıs 2013 Perşembe

Duygu ve Özgürlük

Bir şey var, aslında çoğumuzun tadını bilmediği. Az sayıda (6 dan az) enstrümanla çalınan, sözleri olmayan, canlı, klasik veya jazz müzik...
Onlara bakarsanız, o eserleri çalan insanlar, işin hakkını vermek için bütün duygularını, bütün varlıklarını ortaya koyarlar. Siz de o duygulardan bir kısmını alır veya onların aslında verebileceklerinin ötesinde bir duyguya tutunur, onu yaşarsınız.
Onu dinlerken nefesiniz kesilir, salonda notalar titrer, insan ürperir. Eğer tane tane geliyorsa kulağa, salonda yankılanıyorsa tel tel, sizi duygulandırıyorsa, bambaşka bir şey olur, onun verdiği mutluluğu hiç bir şey veremez.
Üstelik sözler de yoktur, sizi yönlendiren, her şeyi tek bir taraftan anlatan , o sığ sözlerden muaftır o. Ve sadece dinlersiniz, belki ağlarsınız, belki huzur dolarsınız ancak tepkileriniz sesli değildir, sadece sonunda alkışlarsınız. Her anı yakalamaya çalışırsınız. Bedeninizi unutursunuz bazen.
Ve söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama, orada bulunup sesi kaydetseniz bile, o anın tadını alamazsınız elektronik cihazlarla (denedim olmadı). Orada bulunmanız gerekir.
Zordur onun işi çünkü düşünceyle değil duyguyla ilgilidir, duyguları paylaşmaya çalışır. Çünkü, düşünceleri paylaşmak, duyguları paylaşmaktan çok daha kolaydır bence, çünkü düşünceler tanımlanmıştır, sistemlidir, bir mantığa oturur. Duyguları anlatmak ise çok zordur, hatta onların değiştiğini anlamak bile bazen zaman alır. Verdiğiniz tepkiler ise bambaşkadır, bazen sadece yüzünüzdeki ifade değişir ve sizdeki bu değişimi çok az insan algılar, o azınlığın içinde bazen siz, kendiniz bile olmazsınız. Düşüncelerinizi ilk kez karşılaştığınız bir insana rahatlıkla aktarırsınız, ama duyguları anlatmak çok risklidir, çok ince bir ip üzerinde yürürken bulursunuz kendinizi. ((Bana katılmayan insanlar olabilir elbette, mutlak doğrudan bahsetmiyorum, ancak bu durum maalesef benim mutlak doğrumdur.))
Bu zorluğun üstesinden gelir o, siz dinlediğiniz dizeden etkilendiğinizde.
Yine aynı salonda, gün gelir bilimsel seminerler düzenlenir, pek kıymetli ödüller verilir düşüncelere, kalabalık bir koronun sesi yankılanır hatta gümbür gümbür, ancak hiç birisi bu kadar derine işlemez, hiç birisi bu kadar özgür olamaz. Çünkü o enstrümental müzik, diğer saydıklarım gibi size bas bas bağırmaz, sakindir, anlatır, sözleri kullanmaz, size ne duymanız gerektiğini söylemez.
O sahnenin ortasında siz tek başınıza dursanız, size tapan insanlar tarafından alkışlanıyor, dünyaca tanınıyor olsanız bile, o özgürlüğü yaşayamazsınız, ne siz, ne de size tapan insanlar!
Özgürlük vardır, tane tane müziklerde, duygularda. Bu kadar özgürken, o anın büyüsüyle bağıramamak, hareket edememek ise ne büyük ve güzel bir tezattır.
İşte bu anlatılması, anlaşılması zor duyguları özgür bırakır o çalanlar, insanı kendilerine hayran bırakırlar. İşlerinin zorluğu onların çaldıkları enstrümanla bütünleşmiş bedenlerinden, nefeslerinden, parmaklarından anlaşılır.
Tek kötü yanı, bir "an" olmasıdır, bu an 1 veya 2 saat olabilir ama sonludur. Ne var ki, tam da o yüzden kıymetlidir.
........................
Εrato Alakiozidou kai Theofilos Sotiriadis, efharisto yia to konserto stin Smyrna, itan katapliktikos ((Kel kör Yunanca'mla Εrato Alakiozidou ve Theofilos Sotiriadis 'e teşekkür yazısı, onların konserinden etkilenerek bu yazıyı yazdım çünkü))
.......................

Evla

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Siddhartha

Bu yazı Hermann Hesse'nin yazmış olduğu Siddhartha adlı kitapla ilgilidir
Kitabı okumaya niyeti olanları uyarayım, bu yazıyı okumayın bence.
............

Ne arıyorsun Siddhartha? Ne kadar şiddetle arıyorsun? O aradığın amaç için bunca çaba...
 Bilginin, bilme isteğinden, öğrenme isteğinden daha azılı bir düşmanı olamaz. (alıntı syf 29)
Bir adam sokakta yaşadı, bir kadın içki masasında, bir genç uyuşturucuda aradı. Bazısı aramaktan vazgeçti, bazısı bulup bıraktı belki de. Gözlerimizden belliydi henüz ulaşamadığımız bir şeyleri aradığımız, elimizdekiler yetersizdi, başka bir şeyler olmalıydı, başka türlü...
Düşüne düşüne yürüyen Siddharta, bir ara yavaşladı ve sordu kendi kendine:
-Peki ama nedir senin öğretilerinden ve öğretmenlerden öğrenmek istediğin ve sana öğretmenlik edenlerin bir türlü sana öğretemediği?. Ve şu yanıtı verdi soruya:
-Hikmetini ve iç yüzünü öğrenmek istediğim şey Ben'di. Ama alt edemedim, sadece yanılttım, sadece kaçtım ondan, sadece saklanıp gizlendim. Doğrusu, dünyada benim bu Ben'im kadar; bu yaşıyor olduğum, başkaları gibi ve başkalarından ayrı biri olduğum, Siddhartha olduğum bilmecesi kadar, kafamı başka hiç bir şey kurcalamadı. Ve dünyada benim kadar, Siddhartha kadar az bildiğim başka bir şey yok.  (alıntı syf 47)
Her şeyden vazgeçti, ilk önce kendinden, sonra kendinden kaçtığını düşünüp hayata döndü. Dönüğü hayat ise, daha önce yaşadığın manevi hayattan çok uzakta idi.
İnsanoğlu o testiyi dolduracak öz'ü içkide, gece hayatında, cinsellikte, adrenalinde, uyuşturucuda, kaldırımlarda, aşkta, bir çocuğun gözlerinde arıyor; sen neredesin Siddhartha?
Sen de bu hayata dahil oldun ama aslında bir parçan hep dışında kaldı.
Onlarda bulunup kendisinde eksik olan bir şey vardı, bu yüzden imreniyordu onlara, onlara ne kadar çok benzerse, içindeki imrenme duygusu da o kadar büyüyordu. Bu insanların haayatlarına verdikleri öneme, sevinç ve korkuları coşkuyla yaşamalarına; o bitip tükenmeyen sevdalanmalarındaki ürkek ama tatlı mutluluğa imreniyordu. (alıntı syf 81)
Şimdi ise, zenginsin, hayatta isteyebileceğin her şey ayaklarının altında ama sen hala o boşluğu taşıyorsun ve gençliğindeki o heyecan ve umut dolu sesin kısılmış, sen bile duyamıyorsun o sesi.
Ve her şeyi bıraktı, her şeyden ayrıldı, yolda ölümü düşündü.
... ölümlüdür görüntüler dünyası, ölümlü, son derece ölümlüdür giysilerimiz  saçlarımız, vücudumuzun kendisi ayrıca. Üzerimde varlıklı birinin giysileri var, yanlış görmedin. Sırtımda böyle giyisilerle dolaşıyorum, çünkü varlıklı biriydim; kendilerini dünyaya adamış insanların, zevk ve sefa peşinde koşan kimselerin saçları var başımda, çünkü ben de öyle biriyim. ...varlıklı biriydim ama yollara düştüm, yarın nasıl biri olurum, bilemeyeceğim. (alıntı syf 95)
Yine de insanız, insan kendini affeder, bazı şeyler yaşanmadan bilinmez. Siddhartha da öyle yaptı. Hatasını ise kibrinde buldu, çile çekmesine rağmen köreltemediği nefsine işleyen kibrinde.
Dinlemeyi öğrendi, zamandan bağımsız yaşamayı ve az konuşmayı öğrendi sonra. Artık çok az kişinin varlığını fark ettiği bir adamdı, bir yere bağlı değildi.
Hayır, gerçekten arayan biri, gerçekten bulmak isteyen biri, hiç bir öğretiyi benimseyemezdi. (alıntı syf 111)
Sonrası, olgunlaşma dönemiydi onun için, hayattaki kör sevinçlerle, kör heveslerle birlikte geçen.
Gerçekte bilgeliğin ne olduğu, uzun arayışlarıyla neyi amaçladığı konusunda bir sezgi Siddhartha'nın içinde yavaş yavaş tomurcuklanıyor, yavaş yavaş olgunluk kazanıyordu. Bu her an, yaşamın ortasında birlik düşüncesini düşünebilme, onu hissedebilme ve nefesle içine çekebilme konusunda ruhta her an var olan eğilimden başka bir şey, bir yetenekten, gizli bir hünerden başka bir şey değildi. (alıntı syf 129)
Artık gidenlere, kalanlara, kendisinin ve başkalarının çektiği acılara üzülmüyordu. Yazgıyla savaşmayı bırakmıştı.
Bilgeliğin öğretilemeyeceğini anlamıştı Siddhartha çünkü öğretilen her şey tek taraflıydı, oysa bir insan sadece masum veya sadece günahkar olamazdı, hayat her zaman çift taraflıydı, öğretiler ise sadece tek taraflı. Bu farklı taraflar, aynı anda aynı yerde ve zaman içerisinde vardır diye düşünür Siddhartha. Onları olduğu haliyle görür, olduğu haliyle seversen güzel gelir sana.
... tüm günahlar bağışlanmayı, tüm küçük çocuklar yaşlıyı, tüm bebekler ölümü, tüm ölenler sonsuz yaşamı kendi içinde taşır. (alıntı syf 140)
Sen Siddhartha, seninle karşılaşsak bana kim olduğu söyler misin? Gülümsemenden tanır mıyım seni?
NOT: Burada yazılanlar kitabın özeti gibidir ancak, kitabı okumaktan sizi alıkoymasın diye elimden geldiğince çabaladım. Siddhartha, eski zamanlarda yaşamış, ve bizlere benzer bir hayat sürmüştür. Kitabın bu bölümünden hiç bahsetmedim mesela, sadece bana anlamlı gelen yerlerini seçtim. Kısacası, okumak isterseniz, yazının başında da uyarmıştım ama merak ettiniz okudunuz belki; kitabı okurken yine de sıkılmayacağınızı tahmin ediyorum, eminim burada yazılanlardan başka anlamlar bulacaksınız.

Evla