30 Eylül 2013 Pazartesi

Hayal ve Yaşar

İnsan hayal etmeyi bırakırsa, hayallerine ulaşmak için bir ihtimal göremezse, hayatı nasıl yaşar?

Bazen kendisine ait pek çok şeyi yitirir, savaşırken yorulur, yolunu kaybeder, bir huzursuzluk sarar içini, ne olduğunu anlamaz. "Bir şey var ama ne?" der kendisine.

Hele bir de bir dost omuzlarından tutup sarsmazsa; hayallerin bittiği gün yüzyıllık uykudur bu hayat, yaşanır ama yaşanmaz. Hayaller olmadan uyur gezer, bütün bir hayatı böyle yaşar, veya yaşamaz. Yaşar, ne yaşar ne yaşamaz.

Evla

29 Eylül 2013 Pazar

Bülbülü Öldürmek

Atticus, eşini kaybetmiş, iki çocuğu olan bir babadır. Onun ilkokula yeni başlayan kızının gözünden dinlersiniz olayları. Bu kızın dünyayı gördüğü gözlerle, avukat olan babasının savunduğu bir zencinin davasını dinliyorsunuz. Bülbülü Öldürmek adlı kitabın ana konusu bu dava olabilir, ancak davanın ötesinde, bir aile yaşantısını anlatıyor, Atticus'un farklı bir baba olarak nasıl bir savaş verdiğini de öğreniyorsunuz, ona saygı duymamak, hayran olmamak mümkün değil.

Konuyu daha detaylı yazmak istemiyorum, kitabı okumayanlara bir boşluk bırakacağım, kitapta geçen, Atticus'un çocuklarına olan yaklaşımına dair kısa bir şey yazacağım, hepsi o. (Kitabı okumayan ve okuma niyetinde olan kişiler, yazının devamını okuduklarında pişman olmayacaklar diye düşünüyorum)

Suçluluk ile ilgili bir konu bu: düşünün ki evinizde bir vazo kırılmış, siz anne veya babasınız, iki çocuğunuz var ve en hareketli oldukları dönemdeler. Klasik olarak, anne ve babanın, çocukları çağırarak, onlara "neden kırdınız?" sorusunu sormasını bekleriz. Atticus ise farklı bir babadır, çocuklarına "ne oldu?" sorusunu sorar. bu iki soru arasında çok büyük, çok önemli bir fark vardır aslında:
İlkinde, çocukları suçlu olarak kabul edersiniz, ve onları bu şekilde suçlardınız.
İkinci durumda ise, çocukları suçlu kabul etmezsiniz, onları daha çok sorguya çekersiniz.

İki konuşmada da, baba veya anne çocuklarına değer vererek soru sormuştur; vazoyu görüp çocuğunu dinlemeden ona tokat da atabilirlerdi. Ne var ki, peşin peşin hüküm verilmiş bir olayda, çocuğa soru sormak da demokratik değildir. Atticus da adil olmaya çalışır.

Toplumda ise, suçlama çok yaygındır, beta hatası diyebiliriz bu duruma, sanığı dava başlamadan suçlu kabul etmek kadar yanlıştır. Bu konu bizim o kadar kanımıza işlemiş ki; biz suçlu olduğumuzda bile, suçumuzun bedeli çok çok hafif (mesela bir arkadaşımızın bize bir süre küsmesi) olduğunda bile, suçumuzu kabul etme taraftarı değilizdir, yargılanmaktan korkarız, kaçarız. Bu durum da insanı yalan söylemeye iter. Kitapta da, Atticus ile kızı Scout'un karşıtı olarak, babası ve toplum tarafımdan suçlu olarak kabul edilme korkusuyla hareket eden bir başka kız ile tanışırız.

Atticus da çocuklarını farklı bir bakış açısıyla yetiştirmeye çalışırken, toplumun baskısıyla da boğuşmak durumunda kalır, çocukları da bunun sıkıntısını yaşarlar elbette. Ki bu anlattığım yaklaşım, kitabın sadece kısa bir bölümüne aittir. Kitabın inanılmaz bir derinliği olduğunu düşünüyorum, ben ise sadece bir parçasına uzanabildim, eminim siz de okursanız, farklı renkler yakalayacaksınız.

İşin başka bir boyutu da, kitabın 1960 yılında yayınlanmış, 1935 yıllarında geçen bir hikayeyi anlatmasında gizlidir. Beyazlar ve zenciler arasındaki anlaşmazlığı anlatır, bizim ülkemizdeki sorunlarla özdeşleşebilecek sorunlardır bunlar. İnsan kendi halinden utanıyor, biz de aynı dönemden geçiyoruz, demek ki 80 yıl gerideyiz. 

1963 yılında da filmini yayınlamışlar, imdb'de en iyi 500 film arasında ve filmin Oscar ödülleri var. Filmde, kitaptaki konuya çoğunlukla bağlı kalınmış, ama kitapta ailenin yaşam şeklini gösteren farklı olaylar da var.

Kitabın ingilizce adı: To Kill a Mockingbird
Yazarı: Harper Lee
IMDB'de filmin künyesi: http://www.imdb.com/title/tt0056592/
Türkçe dublajlı olarak da bulabilirisniz.


Evla.

26 Eylül 2013 Perşembe

Belirsizlik ve Bilim

Sosyal bilimler, aslında ölçülmesi mümkün olmayanı ölçme çabalarıyla dolu...

Mesela aşk, yaratıcılık, kişilik, yenilik, kültür, sosyal etkileşim...

Öyle derin çalışmalar yapılıyor ki hayaliniz durur. Gerçekten hayal dünyanızı dondurur.

İnsanlar etraflarındaki olayları, hissettikleri duyguları vs tanımlıyor önce. "Aha işte bu A" diyor mesela ve bu A oluyor. Amaç, karşınızdakiyle iletişim kurarken ortak bir dil sağlamak, değil mi? Bu ortak dil kuruluyor.

Sonra aradan bilmem kaç yıl geçiyor; biz tam olarak tanımlanmamış "A" kavramıyla başbaşa kalıyoruz, onu merak ediyoruz.

Yani: duygu veya davranış vardı, A tanımlandı, hayırlı olsun.

A'yı, gerisin geri tekrar inceliyoruz, bu sefer elimizdeki araçlar, yöntemler gelişmiş, çok daha detaylı ölçümler yapabiliyoruz. Bu ölçümler asırlarca sürüp gidiyor. Daha kötüsü, bu A kavramının ıdısı dıdısı arasında istatistiki bağlantılar saptanıyor, "mesela B duygusundaki insanlar daha mı sık A duygusunda olur?" benzeri sorular doğuyor. Hoppalaaaa...

Özünde belirsiz olan, bireyden bireye değişen o kavramı, bilim adamları (bir kısmı) alıyor, boyutlarına ayırıyor, başka belirsiz kavramlarla ilişkilendiriyor, daha neler neler.

Amaç doğaya hakim olmak, onu yönetmekmiş, öyle diyorlar.

Bayılıyoruz kendimizi Tanrı gibi görmeye, kontrol edip yönlendirmeye, akışına bırakmak manyaklık olur, elimizde yeterli araç var, değiştirelim?? Neden değiştirmeyelim?

Veya neden değiştirelim ki??? Tahammülsüzlüğümüz paçalarımızdan akıyor.

Bu belirsiz kavramların, farklı kişiler tarafından farklı algılandığı ortada, bunun üzerine çalışmaktansa, tek bir açıdan, tek bir dar açıdan olayı aydınlatmaya çalışıyoruz.

Üstelik bu çalışmaların sonucuna da bayılıyoruz. Mesela A olan insana neler olduğunu internette boy boy okuyabiliyoruz.

Sonra iş tekrar tersine dönüyor. bu sefer bu sonradan yaratılan A kavramından hareketle kendimizi değerlendirmeye başlıyoruz. "A mıyım acaba? Dur bi internetten bakayım, acaba A gibi mi davranıyorum?"

A'nın tartışmasını bir ömür yap dur sonra.

Evla.

Duygusal İstismar

Daha önce bu konuyla ilgili, algılayabildiğim kadarıyla bir yazı yazmıştım. Bu sefer, Amerika'daki "Ev İçi Şiddete Karşı Ulusal Birlik" adlı kurumun yayınladığı duygusal istismar yazısının çevirisini ekliyorum. Bu kuruma göre, 4 kadından 1'i hayatları boyunca mutlaka ev içi şiddete maruz kalmış. İstimar edilen cinsiyetin sadece kadınlar olmadığını söylüyorlar, bir yıl içince 12,7 milyon erkek ve kadın fiziksel olarak istismar edilmiş, tecavüze uğramış veya iş arkadaları tarafından tacize uğramışlar. 

Aslını okumak isteyenlere:
http://www.emaxhealth.com/1506/5-signs-emotionally-abusive-relationship

.....................

Eğer iş arkadaşınız size hiç vurmamışsa, bu sizin istismar edilmediğiniz anlamına mı gelir? Hayır, gelmez. Duygusal anlamda da istismar ediliyor olabilirsiniz.

İstismar (kötüye kullanma); bir kişinin korkularını, utancını kullanarak veya bu kişiye sözlü/fiziksel saldırıda bulunarak, kişiyi kontrol edebilmek veya kişiye hükmedebilmek için yapılan her türlü davranışa  denilir. Duygusal istismar, aleni (açık bir şekilde) bir sözlü saldırı olabileceği gibi; tehdit (intimidation), güdüleme (manipülasyon) veya memnun olmayı reddetme şeklinde de olabilir.

Duygusal istismar, kurbanının kendine olan güvenini, kendini değerli bulma halini sistematik bir şekilde azaltır. Buna ek olarak, genellikle fiziksel istismarın da bir öncüsüdür.

Hiç kimse sömürüldüğü bir ilişki içinde olmak istemez. Çocukluğunda sözel olarak istismar edilmiş olanlar, yetişkinlik dönemlerinde de kendilerini aynı koşullar içinde bulabilirler; çünkü kendi standartlarını korumayı öğrenememiş, kendi görüşlerini geliştirememiş veya kendi duygularını kabul ettirememişlerdir. Duygusal istismar ne kadar yıkıcı olursa olsun, duygusal anlamda sömürülenlere kendilerini sömüren kişi tanıdık, hatta rahatlatıcı gelebilir.
Duygusal istismarın işaretleri nelerdir:

1. Utandırma, Küçük Düşürme, Eleştirme:

Eşlerden birisi, diğerini kötü hissettirmek, utandırmak, onunla dalga geçmek amacıyla hareket eder. Size, duygularınızın ve düşüncelerinizin yanlış olduğunu söyler. Bazen, istismar eden bu kişi, yaptığının bir şaka olduğunu, karşısındakinin da fazla duygusal davrandığını söyler.
2. Ekonomik İstismar:

Bu durum, paranın kontrol edilmesi, elde tutulması veya sömürülen insanın sadece sömürenden isteyerek elde edebileceği şekilde esirgenmesi şeklinde olur. Böylece istismarı gerçekleştiren kişi, güç ve kontrol sahibi olur. Ekonomik istismar aynı zamanda, iş hayatında bir tarafın bir diğerine taciz veya başka yollarla, işten ayrılmasına sebep olacak şekilde davranmasıyla, iş bulmasını zorlaştıracak tavırlarıyla da gerçekleşir.
3. Baskın olma, kontrol etme, utandırma:

Sömüren kişi,sömürdüğü insana sanki bir öğrenci gibi davranır, ona eğitmenlik yapmaya çalışır. Sömürdüğü kişinin hayalleri, amaçları, isteklerini küçümseyerek, o kişi üzerinde baskı kurmaya çalışır. Bu şekilde sömüren kişiler,  kişilere yaptıkları hataları, kişilerin kusurlarını, eksikliklerini hatırlatmayı da severler. Hatta, sömürdükleri kişiyi, kendilerinden başkasının sevemeyeceğini veya kabul etmeyeceğini de söylerler. Bu sayede, duygusal sömürü kurbanı kişi, bu sömürüye dayalı ilişkiyi genellikle devam ettirir.
4. Suçlama ve Sepebsiz Beklentiler:
Kurbanlar, kendilerini sömüren kişinin bir nedene bağlı olmayan beklentilerine hiçbir zaman ulaşamayacaklarmış gibi hissederler kendilerini. Sömüren kişiler, sömürdüklerine karşı tamamen mükemmelmiş gibi bir tavır takınırlar ve kurbanlarından da kendi beklentileri içinde yaşamalarını beklerler.
5. İzolasyon, Duygusal Mesafe:
Sömüren kişi, sessiz kalır. Kurbanına karşı ilgisiz davranır, ona karşı surat asar, onun dikkatini üzerinde tutar. Kurbanının nasıl hissettiğini umursamaz, fark etmez. Sömüren kişi, kurbanını ilgiye sevgiye, olumlu bir tepkiye aç bırakır. Bu da bir çeşit cezalandırma ve kontrol etme yöntemidir. 

İlişkinizi inceleyin ve aşağıdaki temel haklara sahip olduğunuzu anlayın:
Karşınızdakinin iyi dileklerine,
Karşınızdakinden duygusal destek almaya,
Karşınızdakinin sizi duyup size cevap vermesine,
Karşınızdaki insanla farklı düşünseniz bile, kendinize ait bir görüşünüzün olmasına,
Duygularınızın ve deneyimlerinizin gerçek olarak algılanılmasına,
Saldırgan bulduğunuz bir şaka için sizden özür dilenmesine,
Yasal olarak sizin iç sahanızın ne olduğuyla ilgili kesin bilgi almaya,
Eleştiri ve yargılamadan uzak yaşamaya,
Kendinize ait ilgilerinizin olmasına bu bunların saygıyla karşılanılmasına,
Cesaretlendirilmeye,
Öfkeden uzakta yaşamaya,
Değerinizi azaltacak bir lakapla çağırılmamaya,
Karşınızdakinin size emir vermesindense, kibarca rica etmesine,
hakkınız var.

...................

Bir düşünün, bu yazılanlar doğruysa, hayatınız boyunca hiç istismar edilmediğiniz veya istismar etmediğiniz bir ilişki yaşadınız mı??

Evla.

15 Eylül 2013 Pazar

Eğitim Sisteminde Değişiklik

Aşağıda eğitim sistemiyle ilgili yapılabilecek değişiklikleri kendimce sıraladım, biraz atıp tutar bir havam var, sadece doğruluğuna inandığım şeyleri yazdım, siz de lütfen mutlak doğru olarak kabul etmeyin ne önerileri ne de mevcut sistemi.

Öğrenci Değerlendirmede Değişiklik:

1. Sınav kağıtları üzerinde KESİNLİKLE öğrencinin adı yazılmamalı, o an için öğrencilere geçici bir kod verilebilir belki; yeter ki kağıdı değerlendiren kişi, değerlendirme sırasında öğrencinin adını görmesin. Böylece sınav kağıdını değerlendiren kişi, tarafsız yaklaşabilir. Yoksa kim ne derse desin, kağıtlar okunurken, isimlere bakılır ve değerlendirme çarpıtılır. Bence buna acilen bir çözüm bulunmalı, çünkü bu yaklaşım hocaların nefsiyle oynuyor. 

2. Kanaat notu neye göre veriliyor? Kanaat notu somut delillere dayanmalı, hocaların keyiflerine değil. Veya hiç verilmesin bu not, daha iyi. Hocanın kanaati elbette çok kıymetli, ancak bu değerlendirme taraflı olduğu için notlara yansımamalı, yine de öğrencinin hocasının kanaatini bilmeye hakkı var tabi, karşılıklı konuşularak paylaşılabilir.

3. Öğrenci, neye göre değerlendirildiğini kesin olarak bilmeli, o zaman her sınav sonrasında, bütün hocalar öğrenciye cevap kağıdını iletmekle yükümlü olsunlar. Ayrıca öğrenci, teslim ettiği sınav kağıdına istediği her an ulaşabilir olmalı. Sınavdan çıktıktan sonra yarım saat içinde unutuyor insan ne yaptığını, çok normal değil mi?? Kağıdını kontrol etmek istiyorsun, bir ton prosedür, okuldan geri bildirim almak için kendini paralaman lazım, ÇOK SAÇMA DEĞİL Mİ? Kağıtları taratıp bir veri tabanına girsinler, veya öğrenciler sınavlarını tabletler üzerinde yapsınlar, kayıtlar sistemde kalsın. Adam sınav kağıdına bakıp, nerede hata yaptığını bile göremiyor, e nasıl iyileştirme yapsın o zaman?? Sınavın amacı sadece ölçmek değil aynı zamanda öğretmek olmalı.
Bu gizliliğin altında, hocaların hata yapma korkusu da yatıyor, hocalar yanlış not vermişlerdir diye rahatsız olup korkuyorlar ve genellikle öğrencilere sınav kağıtlarını göstermekten kaçınıyorlar. Otoritelerinin sarsılmasından korkuyorlar, ki bu mantık DEĞİŞMELİ. Elinde gücü bulunduran kişi, karşısındakini duygusal anlamda sömürmeye açık olur, hocalara bu güç verilmemeli, çünkü insanız.

4. Sınavda kopya çekmeyi engellemek amacıyla peşinen yapılan her şey,  öğrencileri potansiyel hırsız konumuna düşürüyor. Bunun yerine, bütün sınavlar kaynak açık yapılsın! İnsanlar okullardan mezun olduktan sonra, iş hayatında veya akademisyenlikte, önlerindeki kaynakları kullanacaklar, interneti kullanacaklar, sosyal ağlarını kullanacaklar. Neden sınav ortamında her şeyi kısıtlıyoruz ki?? Üstelik öğrencilerin tepesine gözcü dikiyoruz, çok çirkin değil mi??
Çözüm önerim ise, geliştirmelere açık olarak, şu şekilde: sınavlar internet üzerinden yapılsın, belirli bir zamanda o öğrencinin aradığı bilgiye ulaşması kriter olarak alınsın. İnternet, telefon, fikir birliğine varmak serbest olsun. Değerlendirirken bilginin doğruluğuna, kapsamına ve orjinalliğine bakılarak değerlendirilme yapılsın.
Bir hocanın verdiği ders yeterince kıymetliyse öğrenci zaten onun notunu kullanır, eğer değilse de kendi seçtiği kaynaklardan faydalanır, kime ne. Burada hocalık içgüdüsü baskın gelir tabi, bir hocanın kendisine "verdiğim eğitimden fayda bulanlar, bu bilgileri kullansın, diğerleri de internetten bilgi toplasın, istedikleri şekilde elde etsinler önemli değil, yeter ki anlasınlar" demesi yürek ister. Bizim mevcut tavırlarımız, öğrencileri kopya çekmeye, kopya çekme hikayelerini keyifle anlatmalarına sebep oluyor, hata yapıyoruz.

5. Yüksek lisansta bir dersin sınavında, hocamız kendi kendimize çözdüğümüz sorular bitince (1 saatin sonunda), ilk defa karşılaştığım bir yöntem denemişti. Kura çekti ve vaka çalışması yapmak üzeri bizleri 3'erli gruplar haline getirdi. Sınavımızı 3 kişi yaptık. Bireysel sınavlardan kaçınılabilir, beyin fırtınasına zemin hazırlarız böylece, isteyen bireysel isteyen grup halinde çözsün, bu karar öğrencinin yeteneğine isteğine bırakılsın. Böylece kendi isteklerine göre karar verebilen, kendini anlamaya çalışan öğrenciler yetişirdi bence. 

Ders Verme Şeklinde Değişiklik:

Dersin bir ana konusu var kabul ediyorum, ama aynı zamanda, akademisyen olduğumuz zaman fark ettiğimiz alt başlıkları var. Hocalar, bu alt başlıklardan hangilerini anlatacaklarına karar veriyorlar, ve bu seçimi neye göre yaptıkları da meçhul. Önerim şu: herkes aynı konudan sorumlu olmasın, herkes o derste en çok ilgisini çeken konu üzerinde yoğunlaşsın. Böylece merak etmeden bilgi yüklenen insanlara, biraz da olsa esneklik tanımış oluruz. İlk derslerde alt başlıkları tanıtırsınız öğrencilere, öğrenciler de kendi ilgi alanlarını bulur çalışırlar. Doktoradaki mantık da budur, bu hakkı bana liseden itibaren tanısalardı, bambaşka bir eğitim hayatım olurdu.
Burada, öğrencinin yeni şeyler öğrenemeyeceği, kendi ilgi alanlarının dışında bir konuda bilgi sahibi olamayacağından korkabiliriz, evet doğru. O zaman size şunu sorayım; bütün bir eğitim hayatınızın sonunda; ki benimki 22 seneyi buldu, neyi ne kadar hatırlıyorsunuz??! 22 sene!! Bugün benim dünyaca tanınan bir alim olmam gerekmez miydi??
Burada, hocaların iş yükü de artıyor tabi, bambaşka konulardan haberdar olmak zorunda kalırlar, ancak uzmanlaşmış olmaları gerekmez, öğrencilerden öğrenirler onlar da, güzel olmaz mıydı?

Hocayı Değerlendirme Şeklinde Değişiklik:

Her öğrenci hocasını değerlendirebilir olmalı, bunun için de öğrencilere sorulan açık uçlu sorular daha faydalı oluyor bence.Klasik anket soruları ise insanları yönlendiriyor, kişi için neyin önemli olduğunu sorgulamıyor bile, sadece o konuda fikir beyan etmek zorunda bırakıyor insanı. Dolayısıyla hocalar, kendileriyle ilgili değerlendirmeleri alırken, öğrencilerle birebir görüşme halinde olmalı, sıfır hiyerarşik düzen içinde.
Üniversitelerde değerlendirme sistemi de çift taraflı olmalı, mesela araştırma görevlileri de hocalarını değerlendirebilmeli, hocalar da araştırma görevlisini. Liselerde de hocalar öğrencilerini değerlendirebilmeli, öğrenciler de hocalarını.

Hoca-Öğrenci İlişkisinde Değişiklik

Hocalarla öğrenciler aynı yerde yemek yemeli, aynı yerde dinlenme hakkına sahip olmalı. Liselerde, öğrencileri iten "öğretmen odası" mantığı oldukça çirkin, araya mesafe koyarak saygınlık kazanmaya çalışmak beyhude. Saygınlık, hocaların bilgi birikimine duyulmalı, kıdemine, gücüne değil.

Hatta "Hoca" ifadesi, külliyen tarihten silinmeli. Hiç bir öğrenci hiç bir hocasına "hocam" dememeli, bu konuda hiç umudum yok ama yine de doğru olduğunu düşündüğüm için yazacağım. Hoca kelimesi statü göstergesidir, bence eğitim kurumlarında sıfır hiyerarşi olmalı, yani ast üst ilişkisi olmamalı. Saygı için "hanım", "bey", "efendim" gibi kelimelere ihtiyaç duyulmamalı, saygı ve sevgi birlikte olduğu zaman anlamlı oluyor; korku ve saygı birbirine hiç yakışmıyor ve bu iki kelime yan yana kararlı değil.
Bunun çok korkutucu olduğunun gerçekten farkındayım. Ben de korkuyorum bu söylediğimden, ama gerçekten olması gerektiğine inanıyorum. Belki henüz zamanı değil, ama bir gün zamanı gelecek diye umuyorum. Bir hoca, kutsal bilge bir varlık olduğu hatasına düşmemek için de bu önlemleri almalıdır, alamıyorsa da okul kültürü ona bu mantığı vermelidir.

.................................................................................................

Benim özgürce, korkmadan yorum yapabilme hakkımı gasp etmeyen, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen hocalarıma çok teşekkürler, onların hakkını ödeyemem. Onların bendeki yeri; rütbelerinden, hocalıklarından, yaşlarından değil, insanlıklarından bilgeliklerindendir.

.................................................................................................

Konuyla ilgili benzer bir yazı için: http://www.acikgazete.com/editorden/2013/09/14/akademik-usulsuzlukler-i.htm?aid=52665

..................................................................................................

Evla.

8 Eylül 2013 Pazar

Doctor Who - The God Complex

En uzun bilim kurgu dizisi olarak guiness rekorlar kitabındaki yerini koruyan, İngiliz yapımı bir dizi Doctor Who (Doktor... Kim?)... İlk defa 1963 yılında yayınlanıyor, o zamandan bu zamana ara da verilmiş, ama 2014 yılına kadar dizi çekimlerinin süreceği kesin. Dizi Cnbc-e de gösteriliyor, altyazılı olarak, bir sezon geriden gelerek yayınlanıyor.

Dizi, bir bilim kurgu olduğu için farklı yaratıkları, zaman yolculuğunu vd. içeriyor. Bir bölümü benim ilgimi çekti, onun üzerine yorum yapacağım. Bölümün adı "Tanrı Kompleksi" (The God Complex)

Bu bölümde, her zamanki gibi bir telefon kulübesinde zaman yolculuğu yapan Doctor, bir hotele hapsoluyor, yanında yolculuk arkadaşları var ve hotelde kendilerinden önce hapsolmuş 3 kişiyle karşılaşıyorlar.

Kalanını, bu bölümü izlemek isteyenler okumasalar iyi ederler, olan biteni anlatacağım. (Bu duruma İngilizce de spoiler deniliyor, Türkçe'ye de spoiler (spoylır olarak okunuyor) vermek olarak girdi.)

Otelde bir yaratık var, keçi ayaklı, kıllı, mavi gözlü, boynuzlu, kuyruklu bir şey. Yaratık ben o klasik şeytan görüntüsüne benzettim. Buyrun siz bakın: adı Minotaur
Minotaur karakteri - Doctor Who

Minotaur kelimesini ise Yunan mitolojisinden almışlar; yarı boğa-yarı insan vücuduna sahip bir karakter. Bunu görünce aklıma Baphomet geldi, o da tapınak şövalyelerini temsilen kullanılıyor.



Buna da internetten öğrendiğim kadarıyla masonik bir sembol diyorlar. Birbirlerine benzemiyorlar mı??
Aşağıdaki de tarot kartındaki şeytan figürü:


Dizide ise bu karakter insanların duygularından besleniyor. Doktor bölümün başında, Minotaur'un insanların korkularıyla beslendiğini düşünüyor, çünkü (kurgu o ya) oteldeki her odada, bir korku yatıyor ve herkesin en büyük korkusu bu odalardan birisinin içinde gizli. Karakterler içeride dolaşırken bazı kapıları açmak istiyorlar, orada korkularını görecekler diye, kendilerini engelliyorlar.

Ama sonra Doktor başka bir şeyi anlıyor; ardında en büyük korkusunun olduğu kapıyı açanların hepsi, Minotaur'a yem olmuyor. Minotaur'un istediği inançtır; korkuyla, en güvendiği inancına tutunan insanların duygularıdır onun besini. 

Korku içinde olan insanların bir inanca tutunması üzerine kurgulanmış bir bölüm. Ve sonunda Doktor, Minotaur'un beslenmesini engelleyerek onun ölümünü izliyor.



Arada kurduğum bağlantılar çok mu saçma bilemiyorum ama, inanmayan insanlar için şeytanın varlığından söz edilemez, dolayısıyla korktukları zaman bir şeylere tutunmaya ihtiyaç duymazlar. Yani Minotaur, insanları korkutur ki, insanlar inançlarına sarılsın. Bir kavram, siz onu bildikçe, düşündükçe var olur. İnanmayan insan ise bunları düşünmez veya reddeder. Bölümün adı da "Tanri Kompleksi"... Yine aynı bölümde, Doktorun elinde kırmızı bir elma görürsünüz.

Diyeceğim o ki, bu dizide bazı semboller kullanılıyor, dizinin her bölümünü izlemiş, üzerine yorumlar yazmış hayran kitlesinin yorumlarına da bir göz gezdirdim, onlar da detaylara önem vermişler, detaylar üzerinden yorumlar yapmışlar. Ne var ki, ben her detayı anlayamıyorum.

Dip ve Önemli Not: Bu dizinin masonik semboller taşıdığını veya taşımadığını iddia etmiyorum. Ama masonik sembollerin kullanıldığını iddia eden site yazıları var:
http://www.youtube.com/watch?v=yA4fHrHJiYc&noredirect=1   (Benim yaptığım benzetmeyi burada da yapmışlar, sonradan gördüm.)

Evla.

5 Eylül 2013 Perşembe

Haklı Haksız


İstemediğin bir durum içindesin, verilebilecek bazı keskin tepkiler var, seni bu istemediğin durumdan kurtarmaya yarayacak tepkiler. Bir de sabretme seçeneği var ki bu seçenek bizim kültürümüze işlenmiş durumda. Ne yapacağına nasıl karar vereceksin?

Yaşarken kim bilir kaç defa bu kararı alıyoruz, hem de anlık olarak? Bazı insanlar sabretme eğiliminde bazı insanlar da müdahale etme, tepki verme eğiliminde oluyor. Bu tepkilerimiz, içinde bulunduğumuz durumun bizi ne kadar rahatsız ettiğine göre de değişiyor. Ne kadar rahatsız olduğumuzu da biz belirliyoruz, oluşturduğumuz değerler, bize dayatılan değerler vs ile kıyaslayarak belirliyoruz tepkimizi.

Peki doğru yapıp yapmadığımızı nasıl bilebiliriz? Nasıl ikna edeceğiz kendimizi?

Eğer sabretmeyi seçersek işimiz kolay, kendimizi Allah’a emanet etmiş oluyoruz, yani ilahi adalete. Kendimize “elbet bir gün devran döner” deriz, sabretmemiz kolaylaşıyor böylece. Peki ya tepki vermeyi seçersek? O zaman da kendimizi haklı olduğumuza ikna etmemiz gerekiyor herhalde, “doğru bir tepki verdim” diyebilmeliyiz ki kendimizi haklı çıkartalım.

Biz haklı sebeplere sahip olmazsak, akıl sağlığımızı koruyamayız. Suçlanırken de, suçlarken de, dedikodu yaparken de, olayları abartırken de, saldırırken de, savunurken de... Kendimizi korumak için inanmamız gereken sebeplerin hepsini beynimiz bizim için oluşturur. Hatta tiyatro-sinema’da insan bile bile aslında olmadığı inanmadığı görüşlere tutunur, inanabildiği kadar inanır ki, işini iyi yapabilsin.

Sonunda, kendisini ikna etmek üzerine fark etmeden uzmanlaşmış insanlar topluluğu olarak, birbirimizden uzaklaşır veya birbirimize fazlaca tutunuruz.

Sanırım aldığımız kararın, haklı veya haksız oluşumuzun çok da bir anlamı olmaz sonunda, tepki versek de sabır taşı olup çatlasak da, karşımızdaki insan da bizimle birlikte aynı süreci yaşar ve o da bir şekilde kendisini ikna eder. Hepimizin temel arzusudur doğru olmak, haklı çıkmak; ama insanların doğruları çatışır, aslında kimin doğru olduğu bulanıklaşır ve sonuçta herkes kendisini haklı olduğuna inandırır.

Her ne kadar “keşke haksız çıksam ama maalesef sonuç ... olacak!” desek de, düşünce yapımıza terstir bu ifade. Neticede bir düşünce sürecinin içine gireriz ve bir karar veririz. Bu kararı da yapabildiğimiz en mantıklı önermenin doğru çıkacağını farz ederek açıklarız insanlara. Blog yazmak da bu mantıktadır, haklı çıkma, onay alma, kabul edilme arzusundandır.

Sosyal onay ihtiyacı dedikleri şey, belki de beynimizin verdiği çıktının kalite kontrolüdür; beyin sarf ettiği enerjiyi doğru kullanmış olmayı arzular, sosyal onay da son ürünün kalite kontorlünü yapan dinamik gibidir. Onun sayesinde, yaptıklarınızın doğru olup olmadığını öğrenebilirsiniz, ki bu doğru toplumun doğrusudur.

Ancak, toplumun doğrusu sizin için doğru mudur diye sorarsanız, o zaman işin rengi değişir, sosyal onaydan sıyrılmanız gerekir. Sosyal onay ihtiyacından kurtulmak için de, sizi onaylayan toplumun aslında sizden daha iyi bir düşünce sistemi olmadığına inanmak yeterli olur bence. “Onlar kim ki beni onaylasın” diyebilirsiniz, böylece kafanıza göre takılır, kendi doğrularınızla yaşarsınız. Ne var ki, sonunda da yalnızlıktan acı çekerek gidersiniz herhalde; çünkü insanlar kendilerinden onay alınmasına bayılırlar ve başına buyruk insanlardan ister istemez uzaklaşırlar. Bu durumda arkadaşınız size şunu söyleyebilir mesela “Sana yarım saattir konuşuyorum birşeyler anlatıyorum, sen yine de bildiğini okuyorsun. O zaman gelip benden fikir alma!” veya “sen dilediğin gibi yaşa, hiç bana sorma, oh be hayat sana güzel!”. Bu ifadeler yalnızlığın kapı çalma sesidir, "evde yokum" derseniz, evde olduğunuz anlaşılır.

Nereye vardığıma ben de şaşırdım, ama mantıklı geldi. Haklıyım değil mi? Evet evet ben haklıyım.  :)

Evla.

Nüktedan Dıngıl

Pek kıymetli eğitim geçmişimin bir döneminde görmüştüm, sizin kendinizle ilgili bildiklerinizi, karşınızdaki insan da bilirse iletişim iyi olur demişlerdi. Kardeşim, bir dıngıl (dingil’le karışmasın, bu dingilin kibar hali) da bunu ciddiye almış inanmazsın, JOhari penceresini açmaya hayatını adamış. Vah yavruuumm...

Johari penceresini iyice açarsan olay şuna dönüyor, sen kendinle ilgili tüm bilgileri veriyorsun salak saçmalak konuşuyorsun, orada sorun yok.  Ammaa, karşıdaki dinliyor da kendisini anlatıyor mu? Anlatır mı hiç, sen neyin kafasındasın arkadaş? Anam tam da o vakit ayvayı yiyorsun, o an şunu çakozlaman lazım; karşıdan bir tepki yok, sen bir an önce sesini kes.

(Ha, sen açarken bu pencereyi, karşıdan da penceresini açanlar oluyor da, kırk yılda birdir bu hadise, denk geldin mi korkarsın zaten, bir dıngıl bile korkar bir dıngıldan. Tabi dıngıllık da mertebeyle tabir olunur, 1. katmandan, 5. katmandan filan, buralar gizli bilgi, açmayacağım ama, 1. katman 5. katmandan korkar mesela, kim bu patavatsız şuursuz der onu dinledikçe.)
Neyse işte, dıngılsız bir ortamdasın, ama yok sen doğru bildiğimi yaparım ben arkadaş diyorsun, etkin iletişim, açık olma, sevgi akışı zart zurt diyorsun, devam ediyorsun. E sonra sana bir geri dönüş oluyor elbet (dıngıl tecrübe etmiş bu durumu, o geri dönüşü hep hissediyorum diyor, hiç de gecikmez diyor, vaktinde gelir arka pencereyi tıklatır). Neden? Çünkü sen kendini anlattın ya, karşındaki şaşkın insanlar da seni anlamak için bir çaba sarf ettiler, bu adam iki saattir konuşuyor, dinlemezsek eziyet olacak, bari bir şeyler alalım dediler ve en nihayetinde bazı sonuçlara ulaştılar. Evet, bunlar oldu, ve artık çevrendekiler seninle ilgili yorum yapabilir haldeler, senin cılız küçük dünyanın taa dibine kadar sokuldular, aha, amaç da bu değil miydi zaten?

Ne olursa olsun dedin, ben doğru bildiğimi yaparım, onlar anlatmasa da olur, tek taraflı da olsa bir akış aksın insanlara, bir güven hadisesi cana gelsin, bir sel olsun bu büyüsün, özellikle de ebeme kadar ulaşsın, zamanda seyahat etsin, onlar beni bilsin ben de onları elbet bir zaman bilirim falan. Sonra başladığın yere geri döndün ve baktın ki, iletişim açıklığı yalan olmuş, sonuç hiç de o yönde değil! Sen anya derken konu sonya olmuş.  Arkadaş bir hadiseler, bir olaylar ki sorma, sen  şapşırıp kalıyorsun. İşte o an asılacaksın kendi ümüğüne ve kendini ebene kadar ulaşan akıma salacaksın arkadaş. Bul parayı al karayı bul parayı al karayı delinin hunisi deliğin dibinde 10 deli çıkmış kuyudan biri kalmış evinde hıbıdı hıbıdı hıbıdı...  Soğuk sular dökülecek başından aşağıya, dötüm dötüm (bu ikilemeyi “pek çok, epeyce” anlamında kullandım, yanlış olmasın) donacaksın, yine de asalete dışkı sürdürmemek adına susup sessiz çığlıklarda hayatın anlamını bir kez daha sorgulayacaksın.

Bu sorgulamayı yaparken de “hulen, bu kaçıncıdır artık kendimi sorguladığım, efektif bir hadise de vuku bulmuyor, tıkanıklık oluyor her defasında, her tıkanıklık da farklı zamanlarda açılıyor, kimine 2 sene uğraşıyorum. Kaldı ki, kinlenmek Joharinin felsefesine yakışmaz, o da haklı, ben de, sen de, suçlamak yakışık almaz” diyerek, bir hipnoz hastasının doktoruna bağlılık duyması gibi sorgulamaktan vaz geçememenin verdiği yükle bükülmüş beline elini koyup, akışlardan akış beğeneceksin.
Sonra biraz alkol, biraz orhan gencebay’ın sağlayacağı faydalara +1 puan ekleyip, bir sonraki döngüde +2 vermeyi planlayıp, yaşama dötüm dötüm sevgiyle geri döneceksin. Johariye de aşkolsun! Katman da atladın, hadi bakalım hayırlı olsunnn.
Ama amaca da ulaşmış olacaksın sonunda, açacaksın fikrini zihnini, geri akışları yiyeceksin ki Johari ‘ye dötüm dötüm şükran aksın, tesir etsin. Bu sürdürülebilir dıngıl kardeşimize hüsranlarla geçmiş olsun dileklerimizi iletiriz, herkes dıngıl her yer direniş.
Dıngıl der ki, suç benim,
Sahiplenme akış benim,
Geri dönüşe bayılırım o benim,
Ben yaparım ben yerim. 

Dem dem beliririm,
Her insanda gezerim,
Bazısında bir an,
Bazısında bir ömür sürerim.

Nüktedanlığım sonradan,
Sevdiğimi kırmam korkudan,
Acuk hisliyim emmeee,
Korkma düşmem çatıdan.

Düşer kalkar yaşarım,
Hacı yatmaza bin basarım,
Madem bugünü de atlattık,
Ben en başa sararım.

Evla

(Bundan 2 sene önce de, 5 sene önce de, 8 sene önce de yazabilirdim bu yazıyı, eğer halimi bu kadar anlayabilseydim. O hikayelerde de, kişiler - ortam değişikti ama dıngılın dıngıllığı aynıydı. İleride dıngıllığın katmanlarını da yazabilirim belki :) ... )

2 Eylül 2013 Pazartesi

Tshirt Boyama



Giymediğim beyaz bir tshirt vardı, tekstil kalemleriyle (kumaş boyama kalemleri - Textile art - Nerchau) tshirtü boyadım, sadece 2 renk kullandım, lacivert ve açık mavi, lacivert kalem, mor renge dönüştü kuruyunca. Bu arada, tshirt'ün yakasında ve eteklerinde ek parçalar vardı, onları söktüm, hatta kollarını da söktüm, ağır görüntüsü kalktı. 

Kalemlerim de hala bitmedi. Tanesini 8TL'den, bir kitapçıdan almıştım, internette set halinde de satılıyor, daha ucuza geliyor ama renkleri seçme şansın olmuyor o zaman.



Herkesin yapabileceği kadar basit bir iş, aklınıza ne gelirse yapabilirsiniz, isterseniz kalıp da kullanabilirsiniz, benim için gerek olmadı çünkü ana sınıfından beri ağaç çiziyoruz zaten. İki gün bekletip kuru ütüyle, tshirt ü tersine çevirip ütüleyeceğim ve böylece renkleri sabitlenecek, o kadar. Boyanın ne kadar süre bu şekilde kalacağını bilmiyorum, kullandığım kalemin üzerinde 60 C nin üzerindeki sıcaklıkta yıkamayın diye yazılı. Fabrika çıkışlı tshirt'ler gibi olmuyor elbette, ama solmaya başladığında, kendine has bir güzelliği olacak gözümde.

Bunu da yapmamıştım demeyeyim işte, bir de madem blog var, reklam da yapayım, öyle sanatsal bir yanım var yani :) çok saçma, ve insani... içimde bir buzağı yatar, değil mi kardeşim?

1 Eylül 2013 Pazar

Tarih ve Kindarlık

Çoğunuzun katılmayacağına inandığım bir önerim var; tarihi ezbere almak bizi kindar, öfkeli yapıyor olabilir.

Bu hem vatanımızın tarihi için geçerli, hem de kendi geçmişimiz için. İnsanlar o günün koşullarıyla hata yapmış olabilirler, bugün o duyguları hala taşımaya ne gerek var?
Herkesin hayatı boyunca affedemeyeceği bir insan veya insanlar olabilir, bunun temel sebebi yaşadığımız o anı, bugüne taşımış olmamız değil midir? Yaşanan yaşanmıştır, suçu insanlarda değil sistemde arayıp, sistemi iyileştirirsek, geriye dönüp bakmaya gerek kalmaz. Siseme müdahale etmek her zaman mümkün olmuyor elbette ama bazen kendi adımıza önlemler almamız mümkün oluyor.

Vatan millet konularında da aynı şey oluyor bence. Tarihi bilip, kültürümüzü yaşatmamızı istiyorlar bizden. Her şeyden önce, bu ülkede yaşayan herkes aynı temel değerleri taşımak zorunda mı ki?? Ben ben ülkemin kültürünü taşımak zorunda mıyım? Geçmişini bilmeyen, geleceğini bilemez düşüncesine dayanarak, bize kendimizi anlatıyorlar, atalarımızı anlatıyorlar, ben onlar gibi olma zorunda mıyım? Ben o öfkeyi taşımak zorunda mıyım?
Amerika ve İsrail’in adını duyduğum an da aynı şeyleri düşünüyorum, koca iki ülke, ne kadar öfkeliyiz bilmem kaç milyon insana, gizli güçlerin, o çok çok zengin olup dünyayı yöneten ama kimliklerine de asla ulaşamadığımız kişilerin varlığına ne kadar da inanıyoruz.
Şundan korkuyorum, insanın doğasında, hep kendisinden yüce bir yapıya inanma eğilimi var, bu Tanrı olur, güneş olur, ruhlar olur, uzaylılar olur (herkese saygı duymalı)... Bu felsefe, bizi gizli güçlerin varlığına inanmaya itiyor olabilir mi? Bizden ötede, bizden güçlü ve ulaşılamaz güçler... Ya öyle bir şey yoksa? Üstelik varlığı bile kesin olmayan bu gizli güçlere, bir de kin besliyoruz. Duygular mı tükendi?
 
Konuyu dağıtıyorum.. Sonuç olarak kin ile tarihin bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Bize tarihi öğretme şekillerinin bu kindarlıkla bağlantılı olduğuna inanıyorum hatta. “Ülkemiz kuşatılmıştı, düşman kuvvetleri vatanı bölmek istiyordu, dört bir yanımızdan saldırıyorlrdı!!” gibi keskin ifadeler yerine; “arkadaşlar, o günün koşullarında bu olaylar yaşanmıştır, olmuş bitmiştir işte, daha derinlemesine bilgi almak isteyenler bu konuları araştırabilirler, araştırmalarınızda farklı yorumları okuyun, tek bir taraftan dinlemeyin olayları. Burada da size hangi gün kimin ne yapmış olduğunu ezberletecek değiliz., sadece benim yorumuma göre size tarih öğretecek de değilim.” diyen bir tarih hocası görsem boynuna sarılıp öperdim.

Evla