İngilizce adı “Cognitive Science” olan bu kavramda geçen “cognitive” terimi, (Science: bilim demek), nedenini anlayamadığım şekilde “bilişsel” olarak tercüme edilmiş. Ben bilişsel, bilişimsel, blişim kelimelerine bir anlam yükleyemiyorum, bu yüzden tdk’dan (Türk Dil Kurumu) yardım istedim:
Bilişim: İnsanoğlunun teknik, ekonomik ve toplumsal alanlardaki iletişiminde kullandığı ve bilimin dayanağı olan bilginin özellikle elektronik makineler aracılığıyla düzenli ve akla uygun bir biçimde işlenmesi bilimi, enformatik
Biliş: 1. Canlının, bir nesne veya olayın varlığına ilişkin bilgili ve bilinçli duruma gelmesi , 2. Bildik tanıdık.
Şimdi anlamaya başlıyorum sanırım, biliş, bilmekle alakalı bir terim. Cümle içinde kullanayım:
“Birbirimizi bilişelim bundan sonra” :D artık tanıştık, selamlaşalım gibilerinden…
Bana sorarsanız (ki sormuşsunuz gibi yapacağım zaten, somasanız bile); bilişim, biliş, bilişsel kelimelerinde hala bir kargaşa var, bilişim kelimesi bu mantığa uymuyor çünkü.
Cognitive kelimesine bakarsak:
Cognitive: idrak ile ilgili, bilişsel (Zargan)
Tdk’ya da kognitif olarak geçmiş zaten bu kelime. Ancak bence “idrak” kelimesi çok daha güzel olurdu, “idrak bilimi”. Ne demek istediğini, sözlük kullanmadan anlardık, insanların olayları algılama biçimini incelediğini tahmin ederdik.
Ben yine de, bana katılmayan bireyler ve kurumlar olabileceği/olduğu için “bilişsel bilim” terimini kullanacağım.
Bir sonraki yazı, bu bilim dalının tarih sıralamasıyla gelişimi üzerine olacak.
“Don’t you know what god is? God is everything and God is nothing; for the perfection created by man cannot be anything other than nothing. They decided to give a name to nothingness, and thereby they made it become something. Like you… God, who is nothing, can no longer be nothing since he is God. You could be a god for men. They need to give a body to nothingness so that nothingness can be seen and touched-at least with the imagination.” Aldo Palazzeschi (1885 – 1974 yılları arasında yaşamış, İtalyan yazar-şair)
Bu yazıyı Türkçe’ye çevirmeyi doğru bulmadım, İngilizce’sini anlamayanlardan çok özür dilerim, öyle tahmin ediyorum ki bu bir daha olmayacak.
Her insanda olduğu kadar benim de bir gün birileri tarafından deli olarak anılma ihtimalime karşın, hazır aklım başımdayken (başka bir değişle birileri beni deli olarak çağırmıyorken veya ben bunu bilmiyorken), beni deliliğe iten sebepleri yazayım, malum eğer bir gün deli olduğuma kanaat getirirseniz, sonrasında ne desem dinlemeyeceksiniz.
…………
Bazen her şeyin ters gittiğini düşünüyordum. Neden öyle düşündüğümü düşündüm, çok geri zekalı değilim, çok zeki de değilim. Bir çözüm bulamadım, ortalama bir insanın ortalama bir hayat sürmesini beklersiniz değil mi? demek ki ben onu yapamadım.
Sürekli; olanları, insanları, sözleri, bakışları, imaları anlamaya çalışmaktan nefret ediyorum ve bunu sürekli yapar haldeydim. Nefret ettiğim bir şeyi bana sürekli yaptırdınız, işte o yüzden dellendim. Sizin de suçunuz değil ki, insan hiç suçlu olmadı ki!
Ama o dolaylı sözleriniz, demeyip de aslında demek istediklerinizi anlamaya çalışmakla geçirmek istemiyordum hayatımı, ne siz o çabaya değersiniz, ne de ben. Alın işte, artık muafım her şeyden!
O “racon”lar, “işin adabı”, “o iş öyle olmaz”lar yok mu, işte onlar yaktı beni.
Neden tavrımı başka şeylere yoracağınıza bana doğrudan sormadınız? Neden ben sizin hesaplarınızı düşünmek zorunda kaldım?Olanların altında farklı anlamlar arattınız bana? Oysa sadece kendi umutlarımı, kendi saçmalıklarımı, kendimi düşünseydim, bir ömürde bitiremezdim. Gerçi siz hep kıyas noktası oldunuz bana, ben de size belki. Birbirimize destek olmayı da pek severiz hani!
Bir şeyleri tamamen yanlış yaptığım kanısına kapıldım ki demek, ondan böyle oldu. Oysa aralarda bi durdum, odamın o pek kıymetli tavanına sordum, her şeyi başa sarıp tekrar düşündüm, ben neden bu değer yargılarına sahibim dedim. İnsanlar neden başka başka değer yargılarına sahip olmasınlar? Ha tavan? Ne zaman yıkılacaksın başıma? İki çift laf etsen dilin mi tutulurdu?
Sanırım bu anı rüyamda görmüştüm.
Her şeyi serbest bıraksaydık olmaz mıydı? dedim ve işte ben bıraktım, siye iyi seyahatlerrrr!! :)
Sonra, bana ders vermek zorunda mıydınız, kıra döke hem de? Beni adam etmek zorunda mıydınız? Alın işte oldum! Benim yanlışlarımı düzeltmek zorunda mıydınız? Bıraksaydnız eksik kalaydım, patavatsız, odun olaydım, ne olurdu?
İzin verseydiniz kendim düşeydim, razıydım da, ittirmeyeydiniz, çekmeyeydiniz beni. nefessiz bırakmayaydınız beni. Ama duramadınız değil mi? Evet biliyorum, ben de duramazdım:)
Ama benim derdim kendimleydi, ötesinde ve içinde de sizinle. Beni sizler var ettiniz sayın seyirciler, nasılsa!
…………
Ama bu yazdıklarım, benim deli olmadığımı düşündüğünüz zamanlarda dışa vurmadığım düşüncelerim olduğu için, benim deli olmadığımı düşünen insanları bağlamaz. 5 dakikalık bir vakit kaybı…
Kaldı ki ben kimim? bu kimlik tanımım beni bile bağlamıyor bazen. Konu ben de değilim, demek istediğim, bu konu başka birisine de ait olabilirdi. Herhangi bir insanın herhangi bir sebebi olabilir işte bu. Ben ya da bir başkası… Hem sadece bir tek kişi bu duyguları taşıyamaz, başka başka insanlar da bu duyguların parçalarını taşır nasılsa, biraz ondan biraz bundan. İnsan o yüzden kendini tek zannedemez, bütündür başkalarıyla, o zaman belki de yoktur hatta.
“Sir Antuan, atları hazırlatalım da komşu Madam Curie’ye bir uğrayalım, kadıncağız bütün gün laboratuvarında aklını kaçıracak, tazecik ekmekten de biraz götürürüm hem”
Endüstri devrimi başlayınca, ulaşım kolaylaşınca, insanların boş vakitleri de olunca, başka yerleri görmek için gezmeye başlamışlar. Yni bir iş alanı oluştuğunu fark eden biri 1758 yılında ”Cox& Kings” adlı seyahat şirketini kurmuş. Cox, şirketi kuran adamın soyadı, Kings ise “krallar” anlamına geliyor:) Cox, kral gibi gezdirdiği arkadaşlarıyla birlikte İstanbul’da bir hatıra fotorafı çektirmiş diye hayal edebiliriz! Bu arada, Cox gideli çok oldu (1803) ancak şirketi hala çalışıyor, tur acentası olarak.
“Mösyö, Cox&Kings’in turuna katılalım hadi alınız biletleri, gidelim bu londra’dan, ne hayrını gördük ki?”
Daha sonra, Thomas Cook geliyor, 1841 yılında, kurmuş olduğu seyahat şirketi için bir ilk gerçekleşir, 450 kişiyi trenle Londra’dan Loughborough ‘a götürmeye karar veriyor, paraasıyla elbette:) 1844 yılında ise, bu tren şirketi, Cook ile sürekli çalışmaya razı hale gelmiş. 188o li yıllarda artık dünya çapında bir şirket olmuş.
Sonra, daha yakın zamanlara gelelim, Avrupa Birliği’nin manytığı, açık sınırlar..
“Ben çok sıkıldım Hans, bu tüketim toplumu bana göre değil, daha sakin bir hayat istiyorum ben. Aaa, bak Fransa’ya oradan da İtalyaya mı bi uzayalım mı?”
Bir de üzerine uçaklar, hızlı trenler gelir;
“Suşiyang, demek rahatsızlandın, hemen geliyorum, 6 saate oradayım, gelirken de sana dürüm döner getireceğim, onu yedin mi birşeyciğin kalmaz, sen endişelenme!”
İşin ciddi kısmına gelecek olursak, turizm sosyolojisi diye bir konudan bahsedeceğim, konu uzun ama ben sadece bakabildiğim kadarıyla :) turizmin sosyolojik açıdan nasıl yorumlanabileceğiyle ilgili 8 farklı görüş sıralamışlar. Kaynak için tıklayınız.
1. Ticari hale gelmiş misafirperverlik: Bu bakış açısı turizmi, misafir-misafir ağırlayan ev sahibi arasındaki ilişkilerin, ticarileşmiş hali olarak tanımlar.
2. Demokratik yolculuk: Burada turist, belirli analitik sebeplerle gezer. Geçmişte soyluların yaptığı geziler sonraları toplu halde yapılan, topluca, toplumun yararına yapılan gezilere bırakır yerini. Bu yaklaşım, turizmi sadece gezme amaçlı değerlendirdiği için eleştirilmiş.
3. Modern boş zaman (leisure) etkinliği: bu düşünce de, turistin boş zamanında gezmesi üreine dayanır. Kilit nokta, “boş zaman” dır. Ancak bu yaklaşımda, insanların birşeyler öğrenmek vs. için de gezdiklerini düşünürler ve sonra bu durumu açıklayacak “recreation” kelimesini ortaya atarlar. Yenilenme olarak çevirelim bu kelimeyi.
4. Geleneksel haç yolculuğunun modern hali: turizmi kutsal bir yolculuk olarak düşünmüşler, derin manalar var bu işte demek istiyorlar. Simyacı’ya benzettim ben bunu.
5. Temel kültürel özellikleri anlatma: burada turizmi kültürel anlamda değerlendirir, bu yolculuğu kişinin (turistin) kültürel özellikleriyle bağdaştırırlar.
6. Kültürel süreç: Turistin bulunduğu yere etkisi açısından değerlendirir. Çok tutmamışlar bu yaklaşımı, ama onlar bırakmışken ben tutuyorum :) Bence değişim ajanı olabilir turistler, yerlisi de yabancısı da.
7. Bir tür etnik ilişki: Irk, etnik kökenimiz, etnik kimliklerimiz ile ilişkilendirirler turizmi, turistin ve turistin bulunduğu bölgenin etkileşimini inceler.
8. Sömürgeciliğin bir formu: Turist gönderen (kırsal) ve turist alan (metropolitan) yerler arasındaki değişim sonucu, sömürgeci veya emperyalist bir ortam yaratılması üzerinden değerlendirir turizmi. Çünkü bu ilişki baskın olan ve gelişmemiş olan iki taraf arasında gerçekleşmektedir demişler.
……………
Ben, tatil kavramının medya ve kolları tarafından yaratıldığına karar verdim. 1 ay sonra başlayacaklar; yaz geliyor, fazla kilolarınızdan nasıl kurtulacaksınız? Yaz geliyor, bikini-mayo renklerinde yeni sezonu buradan takip edin, en trendy siz olun! Bu yaz tatil yapamayanlar üzülmesin, eylül ayında yarı fiyatla odalarımız mevcuttur! Erken rezervasyonda, çok daha ucuza tatil yapabilirsiniz. Bizi bu kadar düşünürler de, “Arkadaşım, her sene bir yerlere gideceksin diye bir şey yok, bu sefer de evde otur paran cebinde kalsın, bak evde şu etkinlikleri yapabilirsin, hiç üzülme” demezler.
Yine de her insanın aklında ideal bir tatil vardır…Yan taraftaki fotoğrafa bakıp da “keşke..” demeyen birisi var mıdır? Varsa denizci midir?!
Gevrek-boyoz satan tekerlekli arabasını süren adama hatır soran, kapıları yüzünüze kapanmasın diye tutan tanımadığınız insanları olan, sevinçlerini gizlemeyen, selamlarını esirgemeyen, kar görünce çığlık çığlığa sokağa fırlayan, dükkan önüne-balkona-sokağa ahşap masa ve tabureleri atmış kahvaltı yapan insanların olduğu, huzurlu bir yer…
Vapuru buram buram deniz kokan, kızılı gün batımı, gece mavisini bize bağışlayan, martılarıyla sabahın bir vakti insanı uyandıran, köpükleri bembeyaz, sıkma portakal suyu yanına bir güler yüzüyle insana dünyaları bağışlayan, soğuğuyla birlikte sevilen, mavi bir yer…
Kaldırımlarına ağaçların dalları değen, çiçek kokan, gece olunca konuşan, nefes alan, tatlı rüzgarıyla size şarkılar söyleyen sokakların olduğu, giriş kapılarına dolanan sarmaşık gülleri açmış, yaşayan bir yer…
Hal hatır soran esnafıyla, manavı çilek, terzisi sabır, bakkalı umut kokan, bahçıvanı bütün bir sokağı bisikletiyle aşarken her karşılaştığına selam veren, gevrekçinin sinirli sesini 1 ayda değiştiren, çalışan bir yer…
Çocukları sokaklarda parklarda bağırışan, gençleri çimlerde oturmanın kıymetini bilen, şehre ait olanı rakının balığın midyenin rokanın deniz börülcesinin tadını bilen insanlara ait bir yer…
Kedileri arabaların üstüne tünemiş, sokaklara bırakılan sandalyelerin tepesinde sabahı bekleyen; kuşları cıvıl cıvıl, ağaçların dallarında, elektrik direkleri üstünde, balkon demirlerinde ötüşen bir yer…
İnsanı melankoliden soğutan, yaşanılası, bazılarının sadece geçtiği, bazılarının da bağlandığı, insana bir semti – bir sokağı sevmenin ne demek olduğunu öğreten bir yer…
Bilim nedir? Din, tarih, coğrafya, matematik, psikoloji, müzik bir bilim midir?
Bugün boyumdan büyük bir yazı yazmayı deneyeceğim, yapacağım hatalar için sizden peşin olarak özür dilerim, ancak ben taksitle anlıyorum, bu sebeple en azından deneyeceğim.
Kendimce bilimin ne olduğu ve hangi konuların bilimsel olduğuyla ilgili görüş beyan eder dururum. Düşündüm de, bilimin ne olduğunu bilsem, araştırsam iyi olacak!
Bilimin tanımını yapmışlar, bunun için pek çok tanım yapılmış Bu tanımların hepsi birbirinden farklı, kilit noktalar ise şu şekilde
Sistematik şekilde gözlem yapılması
Kuralların formüle dökülmesi
Başka araştırmalara ışık tutabilmesi
İnsanlar tarafından gerçekleştirilmesi
Doğayla ilgili gerçekleri bulma hevesi
Veri toplaması
Dünyayı, doğayı daha iyi anlamamızı sağlaması
Hipoteze dayalı olması
Tekrarlanabilir olması
Bir konu üzerine pek çok tanımlama yapılabilir. Bilim de, insanoğlunun yarattığı bir kavramdır, bu sebeple sınırlarını da yine insanoğlu çizebilir. Tanımlardaki bu çeşitlilik de, insan görüşlerindeki çeşitlilikten ileri geliyor.
Bilim ile ilgili farklı bir yaklaşım sunan Popper’dan bahsedelim:
Karl R. Popper: Bilimi “bilgi topluluğu” gözüyle değil de, bunun yerine “prensip olarak doğrulanamayan, ama testlere dayandıkları sürece birlikte çalıştığımız vedoğru olduklarını kanıtlayamadığımız, tahminler ve sezgiler sistemi” olarak görmemiz gerektiğini anlamamız gerektiğini düşünüyorum. (I think that we shall have to get accostumed to the idea that we must not look upon science as a “body of knowledge”, but rather as a system of guesses or anticipations that in principle can not be justified, but with which we work as long as they stand up to tests, and of which we are never justified in saying that we know they are “true”)
Popper, 1919 yıllarında tartışılan üç önemli teori olarak değerlendirdiği Karl Marx – Marksist Teori, Freud – Psikoanaliz, Alfred Adler – Bireysel psikoloji teorilerinin, fizik teorilerinden neden farklı olduğunu düşünür. Bunu şu şekilde açıklamış, Einstein’ın teorilerini mutlak doğru olarak görüldüğünü, ona inanıldığını, dolayısıyla bu teoriyi eleştirmeye gerek duyulmadığını vurgulamış. Aynı mantıkla, matematiği de sosyolojiye kıyasla çok daha kesin bir yaklaşım olarak değerlendirmiş. Burada bahsi geçen 3 teorinin de, o zamana kadar açıklanamamış bazı konuları açıklayacak güçte olduğunu düşünmüş, dahası her olayın, onların teorileriyle açıklanabileceğini fark etmiş. İşte tam da bu noktada, bu teorilerin zayıflığını yakaladığına kanaat getirmiş. Sonunda demiş ki, eğer istersek her teoriyi onaylayacak bir olay buluruz, zaten teoriler de, birilerinin uzun süre içerisinde gerçekleştirdiği gözlemlerin sonucunda elde edilir. Önemli olan teorinin reddedilebilmesidir. Kısacası bir teorinin bilimsel olabilmesi için; yanlış çıkartılabilir(aksi ispatlanabilir), test edilebilir, çürütülebilir olmalıdır.
Şunu anlıyorum, kesin bir gerçek mevcut değildir! Sabit gerçekler bilimde makul değildir. Doğruluğu, ancak ve ancak aksi ortaya çıkana kadar var olabilir. Bunun için de teorinin test edilebilmesi gerekir.
Hani lisede gördüğümüz bir yaklaşım vardı: hipotezler genel geçer olduklarında teoriye dönüşürlerdi. Lisede, bize bu bilginin fazla olduğunu düşünen yönetim sistemi sebebiyle ezberlediğimiz o eski ifadelerin, bir gün birileri tarafından çöpe atılacağını kim bilebilirdi ki? Aynı durum atomun yapısı için de geçerli değil mi? Atomun içinde neler oldu, biz hala liselerde proton nötrondan öteye geçemedik.
Popper’ın anlattığı bu farklı yaklaşımların oluşmasındaki temel sebebin şüphecilik olduğunu söyleyebiliriz. Herkesin doğruluğundan emin olduğu bir sistemi sorgulayan kişi, ancak ve ancak deli olarak nitelendirilir, ta ki sorguladığı sistemin daha önce fark edilmemiş bir dinamiğini bulana kadar, ondan sonra artık ağır bir bilim adamıdır kendisi.
Aslında, doğada her şeyin mevcut olması, ancak bunların bir kısmının gizli oluşu nedeniyle araştırma yapar insan. Merak eder ve bir gerçeği, bir doğruyu aydınlatmak için çabalar. Bugün Masonlar, bu gizli ve gerçek bilginin kendilerinde olduğunu iddia ederler ve bu temele dayanarak kurmuş oldukları derneklerde, ezoterik yöntemlerle bu gizli bilgiyi, ehli olduklarını düşündükleri kişilere yayarlar. Bu gizli ve gerçek bilgi her zaman çekicidir.
Ve işte başa döndük, bilim nedir?
Cevabı bende değil elbette, kesin bir tanımlama yapmak da mümkün değil zaten, bilim kelimesinin yaratıcısı da hayatta değil herhalde. Yine de şunu söyleyebiliriz, şüphe etme ve araştırma eylemleri, sanırım konunun temelindedir.
Bilimsel çalışmalar bazen mevcut bir durumu ortaya çıkartırken, bazen de yeni bir durum yaratmaktadırlar. Örneğin kolesterolün insan bünyesine zararlı olması, yıllarca doğru kabul ettiğimiz bir bilgiydi, ancak artık birileri bunun doğru olmadığını, kolesterol ilaçlarına gerek olmadığını söylüyor. Yani insanoğlu tarafından yaratılan gerçek, kolesterolün zararlı olduğu yönündedir. Daha sonra kolesterolle ilgili farklı yorumlar yapıldı ancak bu yorumun da doğanın gerçekliği olup olmadığından emin olamıyoruz.
Kısacası A’nın yanlışlığı, saçmalığı, zaman içinde doğruluğa dönüşebilir veya A’nın mutlak doğruluğu zamanla büyük bir hata olarak algılanabilir. Bu hal bir çelişkidir aslında, ancak bilimin birikimli ilerlemesinin doğal bir sonucudur aynı zamanda.
Popper ayrıca, astrolojinin, test edilmesi mümkün olmayan bir yaklaşım olduğunu, bu sebeple de bilim olarak değerlendirilemeyeceğini belirtmiş. Marksist teori için aksinin ispat edilmiş olduğunu, Freud ve Adler’in teorilerinin ise test edilebilir olmadıkları için reddedildiklerini de söylemiş. Bunu söylerken, Freud ve Adler’in yaklaşımlarının şimdilik test edilemediğini de eklemiş. Bildiğim kadarıyla, psikiyatri artık Freud’un yaklaşımından uzaklaşıyor, demek ki bu hipotez artık reddedilmiş.
Konu üzerine bir yorum yapayım:
Tarih: kesin doğrulardan oluşmaz, yeni bir kaynak çıkar ve isteyen ona inanır, yoruma dayalıdır, test edilemez. (Popper’a göre bilimsel değil)
Fizik: kesin doğrulardan oluşmaz, çürütülebilir, yalanlanabilir ve test edilebilir. (Popper’a göre bilimsel)
……….
Bitirmeden, şu sözlere yer verelim:
Richard Feynman (Nobel Ödülü kazanmış bir Fizikçi) demiş ki:
Din bir kader kültürüdür, bilim ise bir şüphe kültürüdür. (Religion is a culture of faith; science is a culture of doubt. )
Matt Ridley: Bilimi çalıştıran yakıt, cahilliktir. (The fuel on which science runs is ignorance.)
…………….
DİPNOT 1: Bu yazıda Yrd.Doç.Serkan Albayrak ‘ın doktora dersinden esinlendim, derste öğrendiklerimin üzerine yapılan her saçma ilave şahsıma aittir.
DİPNOT 3: İngilizceden Türkçe’ye çeviriler şahsıma aittir, birisi çıkıp bir hatasını söylemedikçe (aynı durum yazı içindeki yorumlarım için de geçerli), reddedilemez olarak kalacaklar.
-Dur bir de diğer arkadaşa bakalım. Sen ne yapıyorsun peki?
-…
-Arkadaşlar, ben de çok severim bu işi. İngilizcem de çok iyidir. 2 sene Çek cumhuriyetinde kaldım.
-.. :)!
(Konuşmanın bundan sonrasında, arkadaş ingilizceye geçiyor)
-Benim ingilizcem çok iyidir. Ben de şehrime cami yaptırmak istiyorum, mimariyi çok severim. Büyük bir cami olsun. Siz yapın camiyi, bir iletişim numarası alabilir miyim?
-.. :))!
-Ben şimdi numaranızı büyük harflerle kaydedeyim, sonra siz mezun olunca ararım, cami yaparsınız. Birlikte işbirliği yapalım. Birlikte çalışalım.
-…
-Senin adın neydi?
-Ezgi
-İletişim adresi alabilir miyim?
-..
-Ezgi, gözlerin çok güzel. facebook’tan ekleyeyim mi?
-Ara bulursun facebooktan.
-Bu yaptığınız duvara mı yapışacak.
-A, evet duvara
-Peki senin soyadın ne?
-Duvar!
-Ezgi, seni bir daha görebilecek miyim? gidin derseniz giderim. ama ben senden hoşlandım bu da bir gerçek!
(genç gider, ve 2 dk sonra geri gelir.)
-Ben geri geldim, ayrılamıyorum.
(Bundan sonrası sessizlik içinde geçti. Bu muhabbet tamamen gerçektir ve daha demin gerçekleşmiştir :D Masadaki 3 kız arkadaş, diğer genç erkeğin varlığını reddederek çalışmaya devam etmektedir, genç erkek ise masanın bir ucunda dikilmiş, öylece umut etmektedir. İşte devam ediyorlar)
-İzmirli misin? (hala ingilizce)
-Antalya
-Çok iyi ben de oraya gitmiştim….
(Muhabbet devam edecek, anlaşıldı, çocuk zafer kazandı sanırım. Ama ben kalanını izleyemeyeceğim.)
–Bu yazı yapay zeka konusunun üçüncü yazısıdır–
Model derken, çok zor bir şey değil bu, gözümüz korkmasın. Ayrıca, konuyu hiç bilmeyen arkadaşlarımı (ve açıkcası kendimi!) düşünerek detaylı yazdım:) Dolayısıyla, konuyu bilenler okursa, yazının bayıltıcı etkisine maruz kalabilirler.
Şimdi, önce ortada bir sorun var, ben de bu sorunu çözmek için bir model oluşturacağım. Öncesinde gözlem yaptım, veri topladım, ya da birilerinden veri aldım. Sonra yapay zekâya bana yardımcı olması için bir şeyler öğreteceğim. Yapacağımız iş kabaca bu.
Makine öğrenmesi dedik ya (bakınız), supervised (yönlendirmeli) öğrenme regresyonla ilgilidir demiştik hani, şimdi o konuya bir açıklık getirelim.
Regresyon; çok meraklı insanın merhemi, ilişki çözücü, arabulucu, çöpçatıcıdır. Mesela ki, “benim sınavda aldığım notlar, babamın bana verdiği harçlık artınca artıyor olabilir mi?” sorusunu soran zeki gencin dermanı regresyondadır. Veya “Cebimdeki param arttıkça daha çok kız tavlıyor olabilir miyim?” sorusunun da cevabı regersyondadır. Siz veri toplarsınız, x-y grafiği çizer excel sizin için, sonra da o verileri en iyi anlatan fonksiyon çizgisini çizer sağolsun. Bu işlemin sonucunda bir regresyon katsayısı çıkar, bir fonksiyon denklemi çıkar bir de, sana cevabı verirler. Ancak; regresyonu yapabilmek için onun dilinden konuşmak gerekiyor, bu soruları böyle düşüncesizce sorarsan olmaz.
Regresyonla iletişim kurmak için hipotez kurmak gerekir! x’e: cebindeki para, y’ye de tavladığın kız sayısı dersen; (biliyorum x ve y ile bir sorununuz olabilir, her yerde onlar var ama onları sevmemizin vakti geldi artık) o zaman hipotezin (sıfır hipotezi) : “x ile y arasında ilişki yoktur” olur.
Bunu neden böyle yazdık? Neden “x ile y arasında ilişki vardır” demedik? Daha çok feminist, hümanist duygularla, kadınları doğrudan suçlamamış olmak için böyle yazmış olabilir miyiz? “Paraya gelen kadın yoktur” diye ciddi bir savunma içine mi girdik?
Gırgır bir yana, Ho (haş sıfır diye seslenmedikçe bakmaz kendileri) gerçekten de “etkilemez”, “ilişki yoktur” şeklinde yazılıyor, beta hatası yapmamak için. Beta hatası dediğimiz de işte bu; ilişki var dersen, sonra da ilişki çıkmazsa beta hatası oluyor, regresyon da bu hataya çok bozuluyor, kısacası hipotezi böyle yazacaksın arkadaş!
Kişisel görüşüm, bir hatanın diğerinden daha kıymetli veya değersiz olmayacağı yönünde, ama bu işin bir kuralı var, ben de bayılırım kurallara, bir kuralla daha karşılaşsam da neşemi bulsam diyorum :) işte oldu.
Bu arada, x ‘in göbek adı: bağımsız değişken oldu. y’nin göbek adı ise bağımlı değişken.
Çünkü y, her zaman x’in etkisi altında yaşamaya mecburdur, bir kere x çok daha nezihtir, ingiliz kanı türk kalbi vardır onda. y ise çok eski ve herkesin kullanıp attığı bir harftir. x’in y’yi etkilediğini düşünüyoruz, y: etkilenen taraf olduğu için, x’e bağımlı şekilde bir hayat sürüyor. Hayat mı bu be, ha y? Biraz kendin ol!
Hem, belki y aslında gizli bir liderdi, x’i önüne katıp sürükleyecekti, ne malum? Bırakmadınz ki!
Olayları olduğu gibi kabullenelim şimdilik: x: bağımsız değişken, y: bağımlı değişken olarak kalsın.
Bir de elimde veriler var; hiç üşenmedim, biraz da takıntılı bir manyağım; gün içinde harcadığım para ve tavladığım kız sayısının kaydını tuttum, hem de 40 gün! Demek 40 gün örnek aldım, buna da örneklem (sample) diyelim.
Veri (data), Bağımlı(dependent), bağımsız(independent) değişkenler (variable) ve hipotez(hypothesis) konusunu anlattıkan sonra nemiz kaldı? regresyon (regression) yapacağız.
İşte bu nerede başladığı belli olmayan grafik üzerindeki kırmızı noktalar benim o üşenmeden yazdığım gözlemlerim, x cebimdeki para, y ekseni de tavladığım kız sayısı. Baktım böyle güzel bir gidiş var, sanki sonsuz param olsa sonsuz sayıda kız tavlayacakmışım gibi, doğrusal bir artış var orada, çok sevindim.
Ama şimdi burada korelasyon katsayısına da bir göz kırpalım, o da -1 ile 1 arasında oluyor, bizimki de işte 0,8 çıksın, iyi yani şahane. Hem korelasyon geniş bir insandır; x mi y yi etkilemiş, yoksa y mi x i ? umurunda değildir. İlişki varsa var, yoksa yok, net! bu tavrından ötürü severim kendisini.
Ama regresyon öyle miydi ya? illa ki bağımlı, bağımsız değişken ister o, huysuz, napsın?
Ve karşınızda “basit regresyon denklemi”:
y= bo+ b1 x + e y=ax+b denkleminin bir cinsi..
Bu denklemin aslında b harfi gibi gözüken ama çoğunlukla “beta” olan katsayılar (parametre), yukarıdaki grafikte çizili mavi çizginin başlangıç noktası ve eğimine göre belirlenir. Biz uğraşmayalım, excel bu tür işleri seve seve yapıyor.
İşte böyle.. bağımlı - bağımsız değişkeni, korelasyon katsayısını, regresyon deklemini anladık az çok, bu yazı burada bitsin, bir sonrakinde işin programlama kısmına bakalım. Ama şu kısmı açıklayayım, burada supervised öğrenmeden bahsettik ya, gördüğünüz gibi paramdaki değişikliğin nelere sebep olduğuyla ilgili elimde veriler var ve bu verileri bilgisayar programına gireceğim. Yani örneklem aldım, gerçekleşen sonuçlar belli, yapay zeka da bana bu modele uygun şekilde, ileride gerçekleşebilecekleri öngörecek.
Bu arada aynı örneği, kızların erkek tavlaması için de verebilirdik: o zaman da etek uzunluğu ve tavlanan erkek sayısı arasında bir ilişki kurabilirdik mesela ama bu sefer ters orantılı olurdu tabi: etek uzunluğu az iken, tavlanan erkek sayısı artardı. O zaman da regresyon denkleminin eğimi, korelasyon katsayısı negatif bir değer olurdu.
Bu nasıl olabilir, ne oldu bana?
Bir kaza… sonra
bir çığlık attım, sanki her şey çığlık attı benimle birlikte…
Hastanedeyim ben,
beyaz önlüklü insanlardan anladım. Yarı baygın yarı ayık… Arada hemşireler geliyor, başımın yönünü değiştiriyorlar, artık bana ait olmayan kollarımı bacaklarımı ovalıyorlar,
iğneler serumlar taşıyorlar.
Kazadan sonra ne oldu?
Soramıyorum ki, dilim tutulmuş, dilimi hissetmiyorum, sanki yok orada. Veya, belki de konuşuyorum, ama kimse duymuyor.
Sesler çok derinden geliyor, soramadığım sorulara cevap bekleyemem ki ben! Hayat bitti mi acaba?
Ahrette bunlar mı oluyor? Ya hemşireler doktorlar?
Hastanedeyim, veya evdeyim, bilemiyorum. Vücudumun hiçbir yerini hissetmiyorum. Aklım işliyor, bunları düşünebildiğime göre.
Anılarım bulanık, net hatırlayamıyorum. Demek ki beynim hasar almış.
Gözlerim de çok net olmasa da görüyor, beyaz bir perdenin altında vücudumu görebiliyorum,
orada öylece
yatıyor.
Yaşıyor muyum?
Bilmiyorum.
Yaşayanların arasında olduğum kesin ancak ben yaşadığımı düşünmüyorum.
Neden sormuyorlar bana?
Sen ne hissediyorsun, ne düşünüyorsun diye? Saçmalıyorum. Belki de sordular.
Birkaç kez hemşireler başıma üşüştü, gözlerimi kırptığımı zannediyorum ancak ne dediklerini anlayamadım.
Günler geçiyor mu? Saat işliyor mu,
farkında değilim.
Zaman kavramım yok oldu. Ne için buradayım, neden ölmedim ben?
Dahası beni neden öldürmüyorlar? Beyin görüntüleme teknikleri vardı hani, ne hissettiğini anlıyorlardı, neden benim beynime bakmıyorlar? Ben öfke duygusu taşıyorum.
Beni neden öldürmüyorlar?
Saçmalıyorum. Onlar beni öldüremez. Ama ben istersem öldürmeliler. Ölmek istiyorum ben!
Gözlerim, göz kapaklarım, ağlıyor muyum?
Benden bu hakkı nasıl alırsınız? Ben ölmek istiyorum!
Bencilce bu tavırları,
biliyorlar, belki hissedemiyorlar ama durumumu biliyorlar, neden ölemiyorum?
Neden ölmeye hakkım yok? Bu beden benim değil mi? Bu şekilde yaşamayı bana nasıl diretirler?
Düşündüm de,
beden ağrısından muafım, sevinmem lazım aslında. Ama bu acı hepsinden kötüymüş,
kimseyle konuşamamak, kendi beynimin içinde yaşamak, düşündüklerimi paylaşamamak… Hepsinden kötüymüş.
…..
Metallica – One
I can’t remember anything
Can’t tell if this is true or dream
Deep down inside I feel to scream
This terrible silence stops meNow that the war is through with me
I’m waking up, I cannot see
That there is not much left of me
Nothing is real but pain nowHold my breath as I wish for death
Oh please, God, wake meBack in the womb it’s much
too real
In pumps life that I must feel
But can’t look forward to reveal
Look to the time when I’ll liveFed through the tube that sticks in me
Just like a wartime novelty
Tied to machines that make me be
Cut this life off from meHold my breath as I wish for death
Oh please, God, wake meNow the world is gone, I’m just one
Oh God, help me
Hold my breath as I wish for death
Oh please, God, help meDarkness imprisoning me
All that I see
Absolute horror
I cannot live
I cannot die
Trapped in myself
Body my holding cell
Landmine has taken my sight
Taken my speech
Taken my hearing
Taken my arms
Taken my legs
Taken my soul
Left me with life in hell
Yazının ilk bölümü için (1679'dan 1933'e) tıklayınız.
Bundan sonrasında, 1933 ve 1945 aralığı tehlikeli yıllardır, Adolf Hitler ve İkinci Dünya Savaşı boy gösterir. Çalışmaların da yönü değişir, savaş odaklı bilim ile tanışır insanoğlu.
YIL 1930: Paul Dirac tarafından “Kuantum Mekaniğinin Prensipleri” adlı bir çalışma yayınlanır.
Aynı yıl “nötrino” nun adı duyulur, Carl David Anderson‘un çalışmaları sonucu, atomun yapısında olduğunu öne sürdüğü parçacığın adıdır bu.
Yine bu yılda, Wolfgang Pauli‘nin çalışmasıyla, beta bozunmasının (beta decay) özellikleri tanımlanır; ki bu bozunma sayesinde, çekirdekteki nötron ve protonoranının optimal(en iyi) kalması sağlanır.
YIL 1932: Yine Anderson tarafından, pozitron keşfedilir ve bu fizikçi, bu keşfi sayesinde Nobel Ödülü alır. (Pozitron, elektronun anti maddesi olması dolayısıyla, antielektron olarak da anılıyor. Pozitron, +1 yüklü, elektorn ile aynı kütleye sahip bir parçacıktır.)
AlexandruProca
YIL 1934: Hemen yan tarafta fotoğrafı olan Alexandru Proca adlı bilim adamı, bu yıl süresince Schrödinger ve Heisenberg ile birlikte çalışır. Kendi çalışmasının sonuçlarından ise, 1936 yılında haberimiz olur.
YIL 1935: Nobel ödülü kazanan ilk Japon olma ünvanını taşıyan fizikçi Hideki Yukava, atom çekirdeğinde teorik olarak bulunması gereken, atom çekirdeğini birarada tutan bir bileşen tanımlar, bunun da adını mezon (meson) olarak belirler. Bu teorik bilgiye ulaşırken, atomun çekirdeğinde, bulunan protonların, çekirdeği birarada tutmaya yetmeyeceğini hesaplar. Artık, lisede öğrendiğimiz, “atom çekirdeğinde proton ve nötron bulunur, çekirdeğin çevresinde de elektronlar döner” mantığından uzaklaşıyoruz.
YIL 1936: Proca, mezon teorisini ortaya atar. Nükleer kuvveti daha iyi açıklayacak şekilde, mezonların etkisi üzerine çalışır ve ççalışmasından da Nobel Ödülü alır.
YIL 1937: Yıllar önce, Rolf Widerøetarafından, teorik olarak ortaya atılan parçacık hızlandırıcı düzenek, Ernest Lawrence tarafından tasarlanır ve başka bilim adamlarının da katkısıyla, sonunda çalışır hale gelir. Cihazın adı, Siklotron’dur (Cyclotron) ve nükleer fizik çalışmalarında önemli bir kullanım alanı bulmuştur. Bu cihaz, günümüzde, kanserli hücrelerin tedavisine kullanılacak şekilde geliştirilmiştir.
YIL 1938: Lise Meitner, Otto Hahn ve Otto Robert Frisch tarafından yapılan çalışmada, atom bombasının yapımında kullanılacak olan fisyon olayı keşfedilir. Fisyon; atom çekirdeğinin bölünmesi olayıdır.
YIL 1944: Isidor Isaac Rabi tarafından, nükleer manyetik rezonans bulundu ki bu buluş sayesinde, bugün MR çektiriyoruz, tıp alanında çok radyoaktif gelişmeler oldu.
YIL 1945: İlk nükleer silah testi yapılır, Amerika tarafından. bu ilk nükleer silahın kod adı Trinity‘dir, denemeleri Amerika’nın New Mexico eyaletinin sınırları içerisinde yapılmıştır. bu sebeple bu yıl, atomik çağın başlangıcı olarak anılır. Bu denemeyle ilgili üç farklı kamera görüntüsü aşağıdaki videodadır.
Aynı yıl, 6 Ağustos’ta: Amerika, Japonya’nın Hiroshima bölgesine, “little boy” (küçük oğlan) kod adını taktığı atom bombasını fırlattı.
3 gün sonra da, yine Japonya’nın Nagasaki bölgesine , “fat man” (şişman adam) kod adlı atom bombasını attı.
Bu bombalar, 2. Dünya Savaşı sırasında, Manhattan Projesi altında Amerika, Kanada ve İngiltere’nin birlikteliğiyle, Amerika’da tasarlanmıştı. John von Neumann da bu Manhattan projesinin üyelerindendi, kendisi zeki bir bilim adamıdır. Niels Bohr da çalışmalara eşlik etmiştir, daha önceki yazıda bu konuya değinmiştik.
YIL 1946: Rusya’da nükleer santral tasarlamak, geliştirmek için OKB Gidropress adlı ofis faaliyete geçer. ancak nükller enerji elde etmek için 8 sene çalışmaları gerekecektir.
YIL 1947: Yukava’nın teorik olarak var olması gerektiğini iddia ettiği mezonun bir türü olan pion (başka bir adıyla pi mezonu) varlığı, Royal Society üyesi Cecil Frank Powell, César Lattes, Giuseppe Occhialini ve arkadaşları tarafından, İngiltere’deki Bristol Üniversitesi’nde yapılan çalışmalar sonucunda tespit edilir.
YIL 1948: Leon Rosenfeld tarafından atoma ait (subatomik – atom altı) farklı bir parçacık tanımlanır: Lepton.
YIL 1949: Rusya, RDS-1 adlı (Izdeliye-501 olarak da biliniyor) nükleer bombasını, o zamanlar sovyetlere bağlı Kazakistan sınırları içerisinde test eder. Ne var ki, Amerikan uçakları semalarda dolaşmaktadır ve bu testten haberdar olur.
YIL 1951: İlk kez Amerika’da, inşaası 1949 yılında başlayan Experimental Breeder Reactor I (EBR I) adlı deneme çalışmalarında, nükleer enerji elde edilir.
Edward Teller ve Stanislaw Ulam
Aynı yıl, Amerika’daki (yan tarafta fotoğrafı var) Edward Teller ve Stanislaw Ulam tarafından, hidrojen bombası keşfedilir.
YIL 1952: Hidrojen bombası (termonükleer silah) ilk defa üretilir. Üreten Amerika’dır, test bombasının kod adı “ivy mike” (sarmaşık mike) dır. Hidrojen bombasının atom bombasından farkı ise, atom bombası fisyon temelli iken, hidrojen bombası füzyon temellidir. Fisyon çekirdek bölünmesi iken, füzyon çekirdek birleşmesidir.
YIL 1953: Rusya’da nükleer savaç başlıkları yapmak amacıyla, Ministry of Medium Machine-Building Industry of the USSR kurulur. Amerika’dan 8 yıl sonra…
Burada yorum yapmadan geçemeyeceğim: burada işin esas ilginç yanı, bu resmi kurumların varlığının açıklanmasından önce, Amerika ve Rusya’nın nükleer silahlarını çoktan yapmış olmaları, hatta kobay olarak belirledikleri ülkeler üzerinde çoktan denemiş olmalarıdır. Dünya insanı, medeniyete giden yolda gerçekten büyük bitr yol katetmiş !! İnsanın gözleri yaşarıyor.
Bir konu daha var, alıntı yapayım:
“A nuclear conflict involving as few as 100 weapons could produce long-term damage to the ozone layer, enabling higher than “extreme” levels of ultraviolet radiation to reach the Earth’s surface, new research indicates (see GSN, March 16, 2010).” kaynak için tıklayınız.
Diyorlar ki, bu yapılan nükleer silahlar ozon tabakasına zarar vermiş olabilir. Ona ne şüphe! Ama biz cefasını çekeriz: Ankara’da banyo yaptıkları suları kovada biriktirip, o suyla evi silsinler, sular bir kesilsin bir aksın, basınç farkı dolayısıyla şehir sularına çamur karışsın, tarım arazilerinde verim düşsün, yazın ortasında cayır cayır yanalım, biz bunları çekeriz! Amerika ve Rusya, ve hatta bunlara Fransa, İngiltere, Çin gibi ülkeler de dahil oldu, pek çok nükleer bomba denemesi yapsın, harika oluyor, tebrik ediyoruz kendilerini!
Bu sitede de benzer bir şekilde şikayet edilmiş, “bizim deodorantlarımızdan kaynaklandığını söylüyorlar da, bu nükleer bombaların etkisiyle ilgili kimse tek kelime konuşmuyor, nasıl oluyor bu iş?!” diyor özetle.
Neyse, isyan etmekle bir yere de varılmıyor, biz konumuza devam edelim..
YIL 1954: CERN (European Organization for Nuclear Research) 12 üye ülkeyle kurulur, artık avrupa birliğindeki nükleer araştımalar bu kurum tarafından gerçekleştirilecektir. Türkiye, üyelik için 1961 yılında başvuruda bulunmuştur ve “incelenen başvurular” arasndaki yerini istikrarla korumaktadır.
CERN oldukça popüler bir kurum olmuştur, www (world-wide-web) mantığı CERN de çalışan bir mühendis tarafından ortaya atılmıştır. Dan Brown’ın “melekler ve şeytanlar” adlı fantastik kitabında da, CERN de bulunan anti-maddeden bahsedilmektedir.
1961 yılında Cecil Frank Powell, CERN bünyesine dahil olacaktır.
CERN’in kuruldupu yıl, Amerika da kâr amacıyla çalışmayan, American Nuclear Society(ANS)kurulmuştur. Bu bir dernektir ve bilim adamları, mühendisler, öğrenciler, öğretmenler bu derneğin üyeleridir. Amaçları, nükleer çalışmaların hız kazanması, desteklenmesidir.
Ve yine aynı yıl, Rusya, ilk nükleer santralini çalıştırmış ve ilk kez nükleer enerji elde etmiştir.
Aynı yıl, Lawrance Berkeley Ulusal Labratuvarında (Amerika), Bevatron adlı parçacık hıclandırıcı çalıştırılır.
YIL 1955: Bertrand Russell, “Russell-Einstein Manifestosu” nu yayınlar. Einstein, bu manifestoyu imzaladıktan bir süre sonra, aynı yıl içerisinde vefat eder. Bu manifesto, nükleer silahların kullanımındaki tehlikelere dikkat çekmek amacıyla yazılmıştır. Ne ilginçtir ki, Einstein, İkinci Dünya savaşı’ndan önce Amerika’nın başkanı Roosevelt’e gidip, Almanya nükleer silah hazırılıyor olabilir, siz de aynı çalışmalara başlamalısınız diyerek, o çok bilinen Manhattan Projesinin başlamasına sebep olmuş kişidir aynı zamanda. Einstein’ın Franklin D. Roosevelt’e yazdığı mektup internette bulunmaktadır. Öyle tahmin ediyorum ki, Einstein, kısmen sebep olduğu gelişmelerden dolayı vicdani azap hissetmektedir ve bu sebeple Russell-Einstein Manifestosu’na imzasını atmıştır. Ne tuhaf bir tesadüftür ki, bu imazyı atmasından birkaç gün sonra da vefat etmiştir. Ölümünden sonra da, doktoru, ailesinden habersice Einstein’ın beynini çıkartıp, ileride kendisinin nasıl bu kadar zeki olduğunun anlaşılabileceği umuduyla saklamıştır. Einstein’ın beyni, yapısal bir farklılık taşımaktadır.
Yine bu yıl, geçen sene kurulan Bevatron’un meyvesi yenilir, antiproton’un varlığı keşfedilir.
YIL 1956: Bevatron sayesinde antinötron keşfedilir.
Bertrand Russell
YIL 1957: Yan tarafta fotoğrafı olan Bertrand Russell ve Joseph Rotblat tarafından, “Bilim ve Dünya İlişkileri üzerine Pugwash Konferansı” (Pugwash Conferences on Science and World Affairs) adında bir dernek oluşturuldu. Bugün hala varolan bu derneğin farklı ülkelerde ofisleri bulunmaktadır ve bilim adamları bu dernek altında birleşerek, nükleer silahlanmanın azaltılması için çalışmalar yapmaktadırlar.
YIL 1961: Murray Gell-Mann ve George Zweig adlı bilimadamlarının, Buda’nın”SekizAşamalı Asil Yol” öğretisinin adından esinlenerek, “Sekiz aşamalı yol” adıyla tanıttıkları atom modeliyle birliktce, hayatımıza quark kavramı girecektir.
YIL 1962: Hala hayatta olan Rus fizikçi olan Lev Borisovich Okun sayesinde, hadron terimi ile tanıştık. Hadronun quark ve anti-quark’lardan oluştuğu; proton ve nötronun da hadronların en kararlıları olduğuna karar verilir.
YIL 1964: İngiliz fizikçi Peter Higs tarafından, 2013 yılı mart ayında, CERN tarafından varlığı ispatlanacak bir madde ortaya adılır: “Higgs bozonu”.
Aynı yıl, Cronin ve Fitch, madde ve antimaddenin arasında bir fark olduğunu ileri sürer.
YIL 1965: Antiproton, antinötronu bulan bilim insanları, bunları birleştirip antiatomu yapmak isterler; CERN ve Amerika’nın işbirliği içinde yaptığı antiatom, antimadde adına atılan bir adımdır.
YIL 1978: Antiproton ilk kez CERN tarafından depolanır.
YIL 1981: İlk kez proton ve antiproton çarpıştırılır ve görürler ki protonu oluşturan başka maddeler de var.
YIL 1989: CERN’de çalışan Tim Berners-Lee tarafından web (World wide web) mantığı ortaya atıldı.
Large Hydron Collider
YIL 2008:CERN’e çılgın bi ekipman girer; yukarıda fotoğrafını gördüğünüz LHC (Large Hydron Collider) – Büyük Hidron Çarpıştırıcısı. Bu makinenin içinde, saniyenin 40 milyonda birinde, parçacıklar çarpışıyor ve her çarpışma sonucunda meydana gelen parçacıklar da, daha başka parçacıklara dönüşüyorlar. Bu çarpışma sırasında da, güneşin merkez sıcaklığının 1000 000 katı bir sıcaklık meydana geliyor. Makinenin kendisi 5600 ton ağırlığında, temel olarak dedektörlerden ve spektrometreden oluşan bir cihaz. 21 metre uzunluğunda, 10 metre yüksekliğinde, 13 metre genişliğinde bir makine bu. Yerin 100 metre altında, Fransa’da ikamet ediyor. Kaynak için tıklayınız,tıklayınız.
YIL 1970 - 2013: Yapılan çalışmalar sonucu Standart Modeli ortaya çıkmıştır.
......
Ve geldik, atomu oluşturan “atomaltı” parçacıkların bugünki durumuna ve artık Standart Model olarak bilinen atom modeline. Bu atom modelinde bir çekirdek var ,çekirdein içinde nötron ve proton var, ancak bunlar da başka bileşenlerden oluşuyor. Çekirdeğin çevresindeki elektronun ise temel bileşen olan leptondan oluştuğunu söylüyorlar. Temel parçacık, kompozit (birleşim) parçacık nedir peki?
Atomu oluşturan parçacıklar, herşeyden önce 2′ye ayrılıyor.
1. Temel (elementary) parçacıklar: Quark, Lepton, Bozon
2. Bileşim (composite) parçacıklar: Hadronlar
Önemli: Elbette ki bu parçacıkların da alt parçacıkları ileride bir zamanda bulunabilir, ancak henüz böyle bir bilgi olmadığı için, bu parçacıklar, temel parçacık olarak kabul ediliyor.
Quark:
Burada bahsedilen 6 temel quark: yukarı (up), aşağı (down), üst (top), alt (bottom), tuhaf(strange) ve gözkamaştırıcı (charm). LHC makinesi sayesinde, pek çok farklı çeşitte quark üretiliyor ve bu quarklar, başka bir maddeye dönüşmeden tespit ediliyor. Ancak bu quark’lar henüz izole edilebilmiş değil, bunlar anlık olarak bulunuyorlar ve sonra başka bir maddeye dönüşüyorlar. (kaynak için tıklayınız.)
Bozon:
Burada Gauge Bozon ve Higgs bozon’dan bahsedeceğiz. Gauge bozonları 12 çeşittir.
Higgs bozonunun bulunması ise standart modelin bazı eksiklerini kapatmış. Ayrıca bulunan bu parçacık, ilk dönmeyen parçacık olarak tanımlanmış. Bütün parçacıklar titreşim halinde (spin) ama bu parçacık titraeşmiyor. Yükü yok, kütlesi var.
Bu arada titraşimi (dönmesi) sıfır dedim ama aslında teoride, dönemsi sıfır olan başka parçacıkların olabileceği hesaplanmış, sadece bunun ilk örneği, Higgs bozonunda görülmüş.
Lepton:
Temel bileşendir, güçlü etkileşime girmezler. Elektronlar, leptonlara örnektir. Elektrik yüklü veya nötr (yüksüz) olabiliyorlar. Lepton’un 6 türü var, bunlar birleşerek 3 farklı form oluşturuyorlar. Bu 3 yapıdan ilki: elektronik lepton (elektron ve elektron nötrino’yu içerir bu yapı). İkinci yapı: muonik leptonlar (muon, muonik nötrina parçacıklarını içerir). Üçüncü yapı ise: tauonik leptonlar (tau ve tau nötrino’yu içeriyor). Bu bileşenlerden en ağır olan tau ve muon’lar zamanla parçacık bölünmesi sonucu elektrona dönüşürler ve elektronlar daha kararlı yapılardır. Bu parçacıklar yerçekimi ve elektromanyetik özelliklerle ilişkilidir. Her tip lepton için bir de antiparçacık vardır.
Bu atomaltı parçacıkların, tıpkı Mendeleev’in periyodik tablosu gibi, bir tabloda toplanması gerektiğini söylemişler CERN resmi sitesinde.
Hadron: Genel olarak 2′ye ayrılır:
1: Baryonlar, quarklardan oluşan parçacıklardır. Örneğin proton ve nötron birer hadrondur ve 3 quark parçacığının birleşmesiyle oluşur.
2: Mezonlar, bir quark ve bir de antiquarktan oluşurlar. Hepsi kararsızdır. Yüklü olanları, elektron ve nötrion oluştururken, yüksüz olanları proton oluştururlar (bozunarak). Örnek mezon: pion.
Diğer kavramlar:
Gluon: Hücre çekirdeğindeki proton ve nötronun quarktan oluştuğunu öylemiştik. Gluon da bu quarkları birarada tutan parçacık oluyor.
Karanlık Madde (Dark Matter): Karanlık madde, ağırlığı olan ama görülemeyen maddedir ve evren çoğunlukla bizim gördüğümüz maddelerden değil de karanlık maddeden oluşuyor, ama maddenin ne olduğu tam olarak aydınlanmış değildir. Bir yaklaşıma göre, paralel evrenin varlığının ispatıdır. Karanlık enerji de var, bu de CERN’de oluşturulabiliyor. Ayrıca NASA demiş ki, evrenin %70′i karanlık enerjiden oluşuyor. (kaynak için tıklayınız.)
Madde-antimadde: Bu iki kavram arasındaki ilişkiyi bulabilmek için CERN, LHCb’de b-quark (b kısaltması beauty’den (güzel) geliyor.) parçacığını elde edip, üzerinde çalışma yapıyor. Anti madde ve maddenin çarpışması sonucu, bu iki parçacığın kütlesi tam olarak enerjiye dönüşüyor. İşte bu mantığa dayanarak CERN’de şu anda, antiproton’un kanserli hücredeki protonu yok ederek, kanserli hastaları tedavi için kullanııp kullanılamayacağı araştırılıyor (ACE – Antiproton Cell Experiment - Antiproton Hücre Deneyi). Ayrıca ATHENA adlı deneyde de, antiproton ve pozitronu biraraya getirerek, antihidrojen oluşturuyorlar CERN’de. Ancak oluşturdukları bu antihidrojen atomu yüksüz, ve kapanın içindeki duvarlara değecek şekilde düşüyor (yüklü olsaydı havada asılı tıtabileceklerdi belki de) ve çepherler de maddeden yapıldığı için, antihidrojen’i uzun süre tutamıyorlar. Deney, ALPHA adlı deneyle birleşiyor ve 2011 yılında, haziran ayında farklı bir yöntemle, antihidrojeni 16 dakika formda tutmayı başardıklarını ilan etmişler.
Başka bir deney olan AMS için, AMS cihazı (Alfa Manyetik Spektrometre) yapılmış, sonra bu makine NASA yardımıyla uzaya yollanmış, uzaydan numune almışlar antimadde, madde, karanlık madde vee bir de paralel evren araştırmaları için. Bu makinenin yapımı, uzaya gönderilmesiyle ilgili video için tıklayınız.
Böyle bir dönemde, artık Einstein ‘ın madde- enerji denkleminin yetersiz olduğu, bizim göremediğimiz enerjinin tahmin ettiğimizin ötesinde olduğu, normal maddenin % 5 iken, karanlık maddenin %25 olduğu düşüncesiyle yaşıyoruz. Gelecekte neler olacağı belli değil ama bunca emeğin sonunda, aslında hiç bir şey bilmiyor olduğumuzu görmek bence oldukça heyecan verici.
Umarım en az benim kadar keyif almışsınızdır. Her yazı için geçerli bu: hata gördüğünüz yerde lütfen uyarınız.
Güncelleme Bilgisi: Görselleri yeniden yükledim. Yazının ilk bölümüne verilen link çalışmıyordu, onu düzelttim. Başlığı "1933'ten Günümüze" iken "1933'ten 2013'e" olarak güncelledim (14.07.2015)
Öyle bir şey yazmak istiyorum ki, okuyanlar bir daha unutamasın, ancak tekrar tekrar okumak istesinler. Hem kurumuş boğazlarına su olsun, hem yatışan saçlarına fırtına. O kadar gerçekçi ve o kadar hayalperest olsun. Sonra beni ölümüne suçlayanlar kendisinden utansın, beni çocukça saf bulanlar da tiksinsin benden. Benim fazlaca akıllı olduğumu düşünenler gerizekalı olduğuma, aptal olduğumu düşünenler de süper zeki olduğuma hükmetsinler.
Tek bir yazı yapsın bunları, ölüyü diriltsin, diriyi öldürsün. Sonra ölüler tekrar dirilsin, diriler tekrar ölsün. Yaşamayı öğrenene kadar…
Bütün yargıları yıksın, bütün kuralları bozsun. Özgür hissettirsin insana kendisini.
Yapay zekâya kabalık etmek istemem ama buna “makine öğrenmesi” diyoruz.
Arthur Samuel, 1959 yılında makine öğrenmesini şu şekilde tanımlamış: Bilgisayara, tamamen programlanmadan öğrenme yetisini sağlayan çalışma alanıdır. (Field of study that gives computer the ability to learn without being explicitely programmed.)
Simon, 1983′te şöyle tanımlamış: “Sistemlerin, aynı veya benzeri işler yaptıklarında, o işi veya işleri bir önceki yapıldıkları şekilden daha verimli ve etkin olarak gerçekleştirecek değişiklikleri ortaya koyma biçimidir.”
Tom Mitchell (1998) : Eğer bir bilgisayar programı, bir T görevini, P performansında yaparak, deneyiminde E artış sağlıyorsa, o bilgisayar programı, T görevinde, P performansıyla, E deneyimlerinden öğreniyordur denilir. (A computer program is said to learn from experience E with respect to some task T and some performance measure P, if it’s performance on T, as measured by P, improves with experience E.)
Örneğin: Gmail hesabınızda, spam’ların ayırt edilmesi bir bilgisayar öğrenme işidir. Tom Mitchell’in yaptığı tanıma göre, (kaynak: https://class.coursera.org/ml/lecture/preview#./2 )
T görevi: Gelen mailleri, “spam” ve “spam değil” şeklinde 2 sınıfa ayırmak
E deneyimi:Kullanıcının, mailleri “spam” veya “spam değil” olarak işaretlemesi
P performans: Doğru bir şekilde, “spam” veya “spam değil” olarak işaretlenen mail sayısı
.
Bu makine öğrenmesini bazı yerlerde 2, bazı yerlerde de 4 sınıfa ayırmışlar. Supervised (yönlendirmeli) ve unsupervised (yönlendirmesiz) öğrenme olarak ikiye ayrıldığı kesin. Bir de reinforcement (destekleyici) öğrenme ve tavsiye sistemi (recommender systems) var ama o her yerde geçmiyor. (Bu arada, bu terimlerin Türkçe’sini ben yazdım yanlış olabilir)
Aşağıdaki supervised ve unsupervised öğrenme ile iligili kaynak: https://www.coursera.org/#course/ml Stanford Üniversitesi Eğitim Videosu (kaynak belirttiğim paragraflar hariç)
Supervised (Yönlendirmeli) öğrenmede; bilgisayarın bir şeyi nasıl yapacağını programı yazan kişi öğretiyor. Doğru olan sonuçlar sisteme giriliyor, daha sonrai yeni veri girişinde doğru verileri baz alarak bir cevap alıyorsun. Regresyon veya sınıflandırma mantığında bir işlem bu. (Regresyonun ne olduğunu başka bir yazıya anlatacağım)
Supervised öğrenmede, girdiler var, elde etmek istediğin çıktıları da veriyorsun sisteme, ve doğru sınıflandırmalar için ödüllendirirken, yanlış işlemler için cezalandırıyorsun sistemi. (Chien ve ark., 1999)
Unsupervised (Yönlendirmesiz) öğrenmede ise, bilgisayar kendi kendine öğreniyor. Programa girilen verileri etiketlemiyorsun. Örneğin, internette news.google.com adresine girdiğinizde, tek bir haberin farklı sitelerde yayınlanmış linkine ulaşabiliyorsunuz. Bunun olması için, google kümeleme (cluster) yapıyor, aynı tip haberleri biraraya topluyor. Aynı mantıkla sosyal ağ analizi, pazar sınıflandırması da yapabiliyorsunuz.
Başka bir unsupervised learning örneği ise şu şekilde: bir odada konuşan 5 kişi olsun, ve odada iki adet ses kayıt cihazı olsun. Bu ses kayıt cihazları odanın farklı köşelerinde olduğu için bazı sesleri daha net, bazılarını da daha bulanık kaydedecektir. Daha sonra uncupervised learning sayesinden elde ettiğin çıktılarda bu sesleri ayırabiliyorsun.
Kısacası unsupervised öğrenmede, sadece girdiler oluyor, çıktılar ise, öğrenme sonucu oluşan ağ yapıları tarafından belirleniyor. (Chien ve ark, 1999)
Makine öğrenmesi bu şekilde, yapay zeka konusu ise devam ediyor.
Farkındayım, iki kaynakla işi bitirdim :) yeni birşeyler bulursam, onları da bu yazıya eklerim.
İnsan beynini taklit eden bir programlama yöntemidir. Aslında bu yüzden yapay beyin olarak adlandırmaları lazımdı bence, neyse boşu boşuna itiraz etmeyeyim.
Her neyse, insan beyni; nöronlardan oluşur, bu nöronlar hücrelerdir aslında ancak biraz farklılaşmış haldedirler. Aksonu dendriti vardır, arada nörotransmitter maddesi vardır, elektirk akımıyla iletişim sağlarlar, birbirleri arasındaki bağlantılar zamanla artabilir, azalabilir. Nörolojk hastalıklar bu sinirlerdeki hasardan kaynaklanır vs.
1956 yılında, Amerika’da bir konferans sırasında ilk kez bu kavramın bahsi geçiyor. Yapay zekanın sırrı, nöronlar arasında kurulan bağlantıyı kendisine temel mantık olarak almasıdır. Mevcut teknolojiyle, beyinde hangi nöronlar arasında bağlantı kurulduğunda bunun nasıl bir etki yarattığını bilmiyoruz ki bence bu konu zamanla aydınlanacak, işte yapay zekada da aradaki bağlantıların detayları bilinmez. Önemli olan sonuçtur, o da bize şimdilik yetmektedir.
İnsan beyni nasıl yeni şeyler öğreniyorsa, yapay zekaya da yeni bir şeyler öğretebilirsiniz. Yapay bir beyin oluşturuyorsunuz işte, insana bir bilgiyi öğretir gibi, bilgisayara da birşeyler öğretebiliyorsunuz.
Bu beyin bizim ne işimize yarar? Bu beyni, geleceği öngörebilmek, karar vermek için kullanabilirsiniz. Bu elbette bir bilgisayar programıdır ancak, bu programa yeterli bir süre ve yeterli miktarda veri girerseniz çok şık sonuçlar alabilirsiniz.
Hem düşünsenize, duygularından arınmış, sadece mantığıyla karar verebilen, öğrenebilen bir beyin, hayatımızı değiştirmez miydi? İşte yapay zeka bunu sağlar.
Sonuç olarak , bizim bildiğimiz bilgisayar programlarının bir türüdür bu, sadece temel mantığı farklıdır. İnsan beyninin çalışma şekli aydınlandıkça, bu konu da kendisini geliştirecektir herhalde.
Ayrıca, “Artificial Intelligence – AI” (Yapay Zekâ) adında bir film de çekilmiş. Fiilmin senaryosu Brain Aldiss adlı 1925 doğumlu İngiliz yazarın “Bütün yaz boyunca kalan süper oyuncaklar” adlı hikayesinden esinlenerek yazılmış. İlk olarak Stanley Kubrick, 1970′lerde bu filmi şekillendirmiş kafasında. ancak Kubrick David adlı karakteri hiç bir çocuğun canlandıramayacağını, ve teknolojinin de bu karakteri oluşturmada yetersiz kalacağını düşündüğü için, bu fikir ertelenmiş. 1995, Kubrick bu film konusunu Steven Spielberg’ eanlatıyor, ancak film çekimleri Kubrick’in 1999′da ölümünden sonra başlıyor. David karakteri ise, sevmeye programlanmış bir android çocuk… Ben en kısa zamanda izleyeceğim.
Bugün, öğretimi yapay zeka ile yapılabileceğiyle ilgili çalışmış bir doktora öğrencisinin tezinde (Aytürk Keleş, Atatürk Üniversitesi Fen Bilimleri enstittüsü, “Öğrenme-Öğretme Sürecinde Yapay Zeka ve Web Tabanlı Zeki Öğretm Sistemi Tasarımı Ve Matematik Öğretiminde Bir Uygulama, 2007)bir bölüm gördüm, paylaşayım dedim:
“…. Bu yapıların (matematikle ilgili teoremlerden bahsediyor) ve ilişkilerin oluşturulup geliştirilmesi sezgiyi gerektirir. Sezgi: hayal gücü, tümevarımcı düşünme ve şaşırtıcı düşünme seçeneklerini kapsar.
Tümevarımcı düşünme; olayları tek tek gözleyip, bunlar arasındaki ilişkileri görme ve bu ilişkilerden genellemelere ulaşma sürecidir. Şaşırtıcı düşünme ise; fikirlerin ansızın akla gelmesi, bir konuda başkalarından farklı fikirler ortaya koyma süreci olarak açıklanabilir. Matematiğin bu yapısı, öğrencilere ilkokuldan itibaren sezdirilmeli: öğrencilerde, matematiğe değer verme, onu takdir etme duyguları – davranışları geliştirilmelidir.”
Bu yazıya kaynak göstermemiş, ancak sezgiyi bu şekilde açıklaması, sezgiyle matematiği birlikte açıklaması ilgimi çekti. Bu konuyu anlatan başka yazılar da var, buradan ulaşabilirsiniz.
Şaşırabilen, hayal kuran ve verilerden genelleme yapan insan matematikte başarılı oluyor yani, öyle mi?